ANADOLU'DA KOÇ MEZARTAŞLARI
Güncelleme tarihi: 16 Oca 2023
Koç, koyun heykelleri ile balbalların kadim Türklere ait bir gelenek olduğu, Altaylar ‘daki koç-koyun ve balbal heykelleri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Borisenko ve Khudhakov, tarafından "Sibirya Sempozyumu’’nda "Sibirya'da Eski Eserler" adlı bildiride şöyle ifade edilmiştir.: "İnsan ve hayvanların (koç, koyun, aslan, at) taştan yontulmuş heykelleri eski Türklerin ana eserlerindendir. Bunun gibi anıtlar ilk defa 1.722'de D.G. Messerschmidt ve F.I. Strahlenberg tarafından Sibirya, Minusinsk bölgesinde bulunmuştur. Ayrıca Strahlenberg bunların Minusinsk Tatarları’nın kültü olduğunu ifade eder. Çin kaynakları da koç, koyun, at ve insan heykellerini MÖ 1.000 ila MS 1.000 yılları arasında tarihlendirerek bu eserlerin eski Türklere ait olduğunu belirtir."
Anadolu’da Koç Heykelli Mezar Taşlarının Tarihi
Koç heykelli mezar taşları, Anadolu’da ilk defa 7. yüzyılda görülmeye başlanmıştır. 7. yüzyılda Ermeni tarihçi Moisey Kagankatvasî ** (** ek bilgi- Tarihçi (Azerbaycan) Elesger Siyabov Bey'den geldi. "Moisey Kagankatvatsi ermeni değildi, Azerbaycan’ın guzey kisminin böyük bir erazisini ehate eden bir cografiyada uzun yillar var olmus ve kökenin esasen Hristiyan Türklerin olusturdugu Alban veya Agvan devletinin tarihini yazmis orta cag tarihcisi idi, sadece onun yazdigi Alban tarihi eseri orijinali kayb olmus bizim günümüze o eserin ermeni diline tercüme olunmus varianti gelib catmisdir.") tarafından yazılan “Ağvan Tarihi” adlı kaynakta Doğu Anadolu ve Azerbaycan arazisinde yurt tutmuş topluluklar şu şekilde anlatılmaktadır: “Bu topluluklar uzun saçlı, mahir ok atan kimseler olup, taştan koç, at vb. heykeller yontmakta usta idiler. En büyük ilahlarına Han Tengri-Tanrı derler…”
Görüldüğü üzere yukarıda sayılan bütün nitelikler, Türklere ait olan özelliklerdir. Söz konusu kaynakta sözü edilen Türk boyu, tarafımızdan yapılan araştırmada Sabir Türkleri olarak tahmin edilmiştir. Bu topluluğu Hazar Türklerinden görenler de vardır. Bu mezar taşlarının 7. yüzyılda yani daha Müslümanlığın bölgede yayılmadığı dönemlerden itibaren üretilmeye başladığı düşünülürse bunların bir kısmının üzerinde Hristiyanlığı sembolize edilen işaretlerin bulunması son derece doğal karşılanmalıdır. Sabir Türklerinden sonra bölgede yerleşen ve koç heykelli mezar taşı yontan bir diğer Türk boyu, Arap tarihçilerinin Kıpçak dediği Kuman Türkleri olmuştur. Kıpçaklar Anadolu’ya 3 göçle yerleşmişlerdir. Birincisinde 10. yüzyılda Bizans Devleti tarafından Arap akınlarına karşı sınır boylarına yerleştirildiler. İkincisi 1.118-1.195 yılları arasında oldu. Ortodoks mezhebini benimseyen Kuman Türkleri, önce Gürcistan’da yoğunlaştılar, ardından Kür ve Çoruh boylarına ve Çıldır Gölü çevresine yerleştiler. Buradan da daha güneye Doğu Anadolu’nun kuzeyi ile Karadeniz’in güneydoğu kıyılarına indikleri anlaşılmaktadır. Çünkü bölgede hâlâ koç heykelli mezar taşlarına “Kıpçak mezarı” ya da “Kuman mezarı” denilmektedir. Üçüncü Kıpçak göçü ise 1.239-1.240 yılları arasında Trabzon’a oldu. Trabzon’un en seçkin birliklerini savaşçı Kıpçak Türkleri teşkil ediyordu. Kıpçaklardan sonra Oğuz Türkleri, Anadolu’ya adeta akın etmeye başladılar. Bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hâkimiyet kuran Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen devletlerinin etkisi büyük oldu. Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Akkoyunlu Devleti’nin mührü açık şekilde görülmektedir. Bölgedeki birçok tarihî eser Akkoyunlu döneminden kalmadır. Bölgede bulunan koç heykelli mezar taşlarının Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen devletlerinden kaldığına dair genel bir kanı da bulunmaktadır. Yapılan araştırmalarda Anadolu’muzun birçok yerinde koç heykelli mezar taşlarına rastlanmıştır. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar sonucunda Tunceli, Erzincan, Erzurum, Sivas, Bingöl, Diyarbakır, Malatya, Muş, Erciş (Van), Bitlis, Ağrı, Kars, Iğdır, Reşadiye (Tokat), Akşehir (Konya), Afyonkarahisar, Artvin, Rize, Yüksekova (Hakkâri) ve Bayburt illerinde koç heykelli mezar taşları tespit edilmiştir. Ancak koç heykelli mezar taşları, genel olarak Iğdır-Erzincan ile Van-Rize arasında yoğunlaşmakta, en çok bulunduğu yer ise Tunceli olarak karşımıza çıkmaktadır….
Zaza asıllı Türk öğretmen, yazar ve tarihçi Mehmet Şerif Fırat’ ın konu ile ilgili aşağıdaki tespitleri önemlidir… Toplumların geçiş dönemleri doğum, evlilik ve ölüm olmak üzere 3 başlık altında incelenmektedir. Bütün toplumların kültürel yaşamında geçiş dönemleri, renkli törenlere sahne olmakta, her toplulukta değişik maddî kültür unsurları üretilmektedir. Zazaca konuşan Alevîlerde de bu geçiş dönemleri ile ilgili birçok tören ve maddî kültür unsurları bulunmaktadır. Bu yazıda başta Tunceli olmak üzere Erzincan, Erzurum, Muş ve Bingöl illerinde yaşayan ve Zazaca konuşan Alevî topluluklarında görülen koç, koyun, dağ keçisi ve at heykelli mezar taşları incelenmiştir.
Tepenin çevresinde dolaşarak Köşker köyü önünden, Varto düzüne akan bu taşkın dereye "Köşker Nehri, Köşker Deresi "derler. Bu nehrin Köşker Baba tepesiyle Köşker Köyü arasında bulunan deresi kenarında, yalçın kayalıklarda ve nehir ağzında yapılmış pek eski mağaralar vardır. Bu mağaraların pek eski devirlere ait olduğu tahmin edilmektedir. Köşker köyünün vaktiyle eski bir medeniyet durağı olduğu ve sonradan bu köyün Köşker Baba tarafından tekrar şenlendirildiği ve adını bu köye taktığı, ölürken sevdiği Köşker Tepesi’ne kaldırıldığı rivayet edilir.
İslamiyet’ten sonra Köşker ve civarındaki köylere yerleşen halkın Ak veyahut Karakoyunlulara mensup oymaklar olduğunu, Köşker Baba’nın bunlara hükümdarlık ettiğini, bu köylerin bugünkü durumundan anlıyoruz. Çünkü bu dağ eteğinde olan Köşkar, Keçan - Kaçan, Kişmir, Kestemert, Tapak, Karaş, Sıkran köylerinin eski mezarlarında büyük bir sanatla yapılmış koç heykelleri vardır. Gerek tarih ve gerekse Varto toprağı üzerinde yaptığımız incelemelerde : Köşker Baba ve Varto için ortaya atılan rivayetlerin doğru olduğunu ve bu bölgenin tarihin çeşitli devirlerinde boğazına kadar Türk aşiret ve boylarıyla dolduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Evvela halkın son çağlara kadar Köşker Baba'ya fazla saygı göstermesi, onu yedi kere ziyarete gidenlerin hacca gitmiş gibi sayılması ve ziyaret törelerinde yapılan şenliklerin hepsi ; eski Türklerin örf ve adetleridir. Köşker Baba ve çevresindeki yerler halis Türk adını taşıyor. Türkler pek eskiden atalarına tapmış ve hükümdarlarına büyük bir saygı göstermişlerdir.
Bingöl dağlarının eteklerinde kurulan bütün köylerin mezarlarında eskiden yapılmış koç heykelleri vardır. Bu heykellerin Varto, Hınıs, Karlıova ve Şuşar bölgelerinde yerleşen Ak ve Karakoyunlu oymaklarına ait olduğu sanılmaktadır. Varto ilçesinde bu heykeller, en fazla Aleviliği kabul eden halkın köylerinde ve Bingöllerin yamacında olan Kuzik, Caneseran, Şaman, Siğiran, Rakasan, Köşkar, Keçan, Gülükler köylerinde gözlere çarpar. Bu koç heykellerinin göğüs ve yanlarında at, kılıç, kargı resimleri, kabartma şeklinde yapılmıştır. Üstükran bucağında muallim vekili iken ilçeye yazdığım, 1.1.1934 gün 5 sayılı raporla bu heykeller hakkında bilgi vermiştim. Ertesi yıl bucağa gelen bir kamyonla Hormek oymağının atalarına ait olan bu heykellerden yedi tanesi Diyarbakır müzesine götürüldü. At, kılıç, kargı kabartmalı olan bu heykellerden birisi Hormekli Hasan Han oğlu Mehmed'indi. Bugün altı ay tamamen metrelerce kar altında bembeyaz görünen ve dokuz ay misafir kabul etmeyen, Bingöl dağlarının 3.654 rakımlı uçlarındaki kalenin civarında ve bu dağların 2.000-3.000 rakımları arasından geçen pek eski caddenin kenarlarında, uzun çayır ve Şevti mıntıkalarında Kırk-pınarlar bölgesinde ve Eski Han civarında, binlerce Türk mezarı gözlere çarpmaktadır. Eski Han adını taşıyan yerde pek büyük ve yıkık bir şehir harabesi mevcuttur. Her yanı enkaz altında kalan bu eski şehir harabesinin yukarı kısmında binlerce mezar ve harabenin içinde, su yolları, oyulmuş taşlar, aşınmış yazılı kemerler vardır. Bu harabenin yarım saat uzağında bir sıra Bizans mezarı vardır. Bu şehir harabesinin bugünkü durumuna bakıldıkça: Türk ataların eski devirlerde bu şehri yaptıklarını ve burada yüzyıllarca barınarak Türk sanat ve medeniyetini buraya işlediklerini ve ancak bu şehrin Bizans veya Ermenilerle yapılan savaşların birisinde yıkıldığını ve bu Türklerin şehir dışında düşman ordusunu karşılayarak, burada savaştıklarını tahmin ediyoruz. Çünkü ecnebilere ait olduğu anlaşılan mezarlar şehirden uzak ve savaş yerinde, Türklere ait olan mezarlar ise şehrin arkasındadır. O çağda Türkler İslamiyet’i kabul etmiş olmalıdırlar ki, mezarlar İslam adeti ile kaldırılmıştır. Son zamana kadar Varto ve Hınıs İlçelerinin bütün köyleri, Köşker Baba’yı bir mabet ve şehit olarak tanımışlardı. Bu halk yaz aylarında atalardan süregelen örf ve adetlere göre güzel giyinerek, kuşanarak, gelin alayları halinde bu makberi ziyarete gelir; delikanlı, kız, gelin, erkek kafileler dere geçidinde atları bırakır; yaya olarak Köşker Baba tepesine çıkar, bu makberi ziyaret ederek beraber getirdikleri, helva, söğüş, kapama ve peyniri birbirine ikram ve lokma sunarlardı. Ziyaretçiler önce şehidin başında bir fasıl ibadet ettikten sonra, saatlerce buradan Bingöl dağlarının yemyeşil göğsünü , Köşker Nehri’nin delice akışını, Varto ovasında sararan ekin başaklarını ve karşıda Şerafettin dağlarının çimenli eteklerini seyre dalar, burada aldıkları yurdun saf havası ve çiçeklerin kokusu ile hür birer melek kisvesine bürünürlerdi. Köşker Baba’yı ziyarete giderken her aile toplu gider ve en çok genç gelinler ve kızlarla delikanlıları beraber götürmek ve gayet temiz giyinmek şarttı. Köşker Baba’nın bu cihetleri vasiyet ettiğine ve hatta hiç kimsenin makber başında neşesiz olmasına razı olamayacağına inanılırdı. Bu şartlar altında giden ziyaretçiler, edep, erkana son derece riayet eder, ilk önce yüreklerinde saklı olan dileklerini makberin taşını öperek şehide söyler ve biraz ibadetten sonra ziyafetlere, daha sonra neşeli konuşmalara dalardı. Burada terbiyeye aykırı gitmek veya genç bir geline kötü gözle bakmak günah ve yasaktı. Fakat bazı kız ve delikanlılar, şehidin başında tanışır ve sonradan evlenir, bu muratlarının Köşker Baba’dan hasıl olduğuna inanırlardı. Ziyaretçiler aşağı düzlükte at koştururken araziden davul gümbürtüsü gibi bir ses gelirdi. Onlar şehidin gaipten saz-kopuz çaldığına inanırlardı. (Bu gümbürtünün Gömgüm adıyla ilgisi olsa gerekir.) ....
Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu ise araştırma ve görüşlerini şöyle ifade eder:
"Koç, koyun mezar taşlarını bir kısım araştırmacılar da dahil olmak üzere çoğu kişi Akkoyunlu ve Karakoyunlular ile ilgili sanıyor. İncelemelerim araştırmalarım neticesinde gördüm ki bu düşünce doğru değildir. Bu konudaki düşüncelerimi daha önce Toplumsal Tarih dergisinde yayınladığım "Koç koyun ve At Şekilli Mezar taşlarının Sembolizmi" konulu makalemde ifade ettim. Koç ve koyun heykelleri Proto-Türklerden beri Orta ve İç Asya'dan başlamak üzere Türklerin yayıldığı bütün alanlarda görülür. Temelde güç simgesi, koruyucu ata sembolü, göğe ve yere kurban ögesi olarak kullanılmışlardır. Ayrıca güç simgesi olduğu için bey ve hükümdarlık sembolizmiyle de alakaları vardır. Birçok Göktürk kurganında at dışında koç ve koyunlar da gömülmüştür. Öteki dünya ile ilgili olarak atın sembolizmine de sahip sayılmışlardır. Kültigin mezar külliyesi gibi Göktürk devri külliyelerinde bu mimari düzenlemelerin girişlerinde koç heykellerinin bulunması da tesadüfi değildir. Türk İslam döneminde çeşitli simgesel anlamlarla yapılan koç, koyun, at heykelleri mezar taşlarına dönüşmüştür ve bu heykeller Sibirya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kuzey Karadeniz, Kafkasya, İran ve Anadolu'da görülür. MÖ 2.000'lerden MS 21. Yüzyıla kadar bu heykeller Türk halkları tarafından yapılmışlardır. Dolayısıyla bunlar yalnızca Karakoyunlu, Akkoyunlu Türkmen'lerine mal edilemez."
Mezar taşları, toplulukların ruhsal kimliklerini gösteren çok önemli belgelerdir. Bir mezarlığa bakarak; orasının hangi ulus ve kültüre ait olduğunu kolayca tespit edebilirsiniz. Bu nedenle Dersim'de bulunan eski mezarlar; o bölgenin milli kimliğini gösterirler.
Dersim bölgesi ile buranın batıdaki uzantısı Koçgiri alanlarında, mezar taşlarının koç biçiminde ya da koçbaşı biçiminde dikildiği görülüyor. Karakoyunlu ve Akkoyunlu (Bayındırlılar) Türklerinin İran'da ve Doğu Anadolu'da yerleştiklerini; devletler kurduklarını, bunların koyun-koç sembollerini mezar taşlarına işlediklerini biliyoruz. Koç biçimli veya koçbaşı biçimli sembollerin Türkler tarafından kullanılması binlerce yıl eskiye gider. Hun Türklerinde koç, en makbul kurban sayılıyordu. At ve koç heykelleri mezar taşı olarak dikiliyordu. Altaylarda 8 ve 10. yüzyıllara ait bir mezarda erkeğin yanında at, kadının yanında da koç bulunmuştur. Değişik Türk halkları koçbaşını çeşitli eşyalarına süs olarak işlemişlerdir. Kırgız, Oğuzlar, Avar, Karakalpak, Çuvaş, Bulgar Türk halkları gibi...
Altaylardan Anadolu'ya uzanan geniş Türk coğrafyasındaki bu geleneği dağlık Tunceli ve Bingöl bölgelerinde de aynen görmekteyiz.
Bu koç biçimli heykellerin Tunceli bölgesinde çok daha eski dönemi temsil ettiğini tespit etmiş bulunuyoruz. Çünkü bu koç biçimli mezar taşlarının üstüne aynı zamanda güneş piktogramları da işlenmiştir. Bu sembol; Gök Tanrı inancının işaretidir. Mezar taşında (Bengütaş) bulunan Güneş sembolü, ölünün Gök Tanrı'nın yarlıgamasına (esirgemesine) bırakıldığını; ruhunun Gök Tanrı'ya çıkmasının istendiğini gösterir. Bu mezar taşlarına konulan Kün (Gün)-Ay piktogramları; Tunceli yöresinin, Türk kültürünü en ilk dönemlerine yaraşır biçimde yaşattığının kanıtıdır. İngiliz Misyoner H. Riggs'in 1.911 yılında Dersim'deki incelemeleri de bölgedeki mezar taşlarında yoğun biçimde koyun figürünün bulunduğunu gösteriyor. Sünni kesimin de bu durumu utanılacak (putçuluk) saydığı anlaşılıyor.
Zazaları, Kıpçakların torunu sayan araştırmacılar; Koç heykellerini koyun totemli Türk boylarından daha eskiye odaklamaktadır:
"Anadolu'da koç heykelli mezar taşları Zazalardan önce Kıpçak (Kuman) Türkleri ile bölgede görülmeye başlanmıştır. Özellikle Karadeniz Bölgesi'nin Kıpçaklar tarafından yurt tutulduğunu ve burada birçok koç heykelli mezar taşı bıraktığını biliyoruz. Hatta koç heykelli mezar taşlarına Karadeniz'de (bilhassa Rize) halk tarafından "Kıpçak mezarı" adı verilmektedir. Ayrıca Erzurum'un Tortum İlçesi'ne bağlı Pehlivanlı beldesinde Kıpçak Türklerine ait 13 adet Koç heykelli mezar taşı bulunmuştur".
Milattan öncesinden başlayarak Dersim coğrafyasına ulaşan değişik Türk halkları olmuştur. Bunların önemlileri şunlardır:
- İskitler: MÖ 700’ de devletleşen İskitler; MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda Kafkaslar üzerinden aşarak Orta Anadolu'ya kadar uzanmışlardır.
- Hunlar (Ağaçeri kolu): 396' dan başlayarak değişik tarihlerde Doğu Anadolu'yu hatta Suriye'yi bile istila etmişlerdir. Ağaçeriler Bizans'la anlaşmalı olarak buralardan başlayarak Toroslara kadar yerleşmişlerdir.
- Sabirler: 516' da Kafkaslar üzerinden bu bölgelere ve Orta Anadolu'ya kadar uzanmışlardır.
- Hazarlar (Batı Gök Türkleri): 7. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Hazar Türkleri Kafkasya üzerinden güneye inmişler ve bölgede etkili olmuşlardır.
- Kıpçaklar (Kumanlar): 10. yy. Bizans askeri olarak Doğu Anadolu'da yer aldılar. Bunlar daha sonra da bu bölgelere indiler ve Karadeniz hattına yerleştiler. Beyaz tenli, mavi, yeşil gözlü, sarı veya kumral Türkler, işte bu Kıpçakların torunlarıdır. Milattan önce bölgeye inen İskitler de Sarı ve Esmer diye iki gruba ayrılmışlardır.
- Guzlar (Oğuzlar): 11. yy’den başlayarak büyük kütleler halinde geldiler. Büyük Selçukluların bölgeyi ele geçirmesinden sonra Türk boyları dalga dalga gelerek Doğu Anadolu'da çoğunluğu ele geçirdiler. Oğuz boyları; 16. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Asya'dan Anadolu'ya akmayı sürdürdüler. Bunların önderlerine de Horasan Erenleri (Alp Erenler) deniliyordu. Horasan erenleri; Alevilerde, en ulu yol büyükleri olarak kabul edilir ve Anadolu'nun Kızılbaş önderleri; kendilerini Horasan erenlerinin devamı sayarlar. Bu yüzdendir ki Dersim Zazaları; kendilerini Kürt değil Horasan soyundan (Türk) saymışlardır. Özellikle okumamış ve geleneksel eğitimle (Alevilik okulu) yetişmiş olan geniş halk tabakaları böyle düşünmektedir.
- Karakoyunlular-Akkoyunlular: 14. yüzyıldan itibaren İran ve Irak hattında devlet kuran bu Türk boyları da Dersim'de çok etkili olmuşlardır. Bunların; bölge nüfusuna kuvvetli biçimde hâkim oldukları devam eden kültürel benzerlikten de anlaşılmaktadır. Bölgeye son gelen Kızılbaş Türkmenler; Dersim'i Türkleştirmiştir.
Tunceli mezar taşlarında görülen diğer bir olgu da kün-ay (güneş-ay) piktogramıdır. İslami dönemde bile bazı mezar taşlarının üst kısımlarında; güneş simgesinin yalınlaştırılmış biçimi olan yıldız işlenmiştir. Davut Yıldızı biçimindeki bu yıldızlar; sadece Dersim'de değil, Niksar'daki Danişmentli Türklerinin mezarlığında da bol bol görülmektedir. Eski Türklerdeki Kün-Ay sembolünün bir devamı olan bu çizim; Dersim'in ruhunun Türk olduğunu gösteren başka bir örnektir.
Bu sembollerden gün (kün) Güneş'i, ay da Ay'ı gösterir. Ta Ön-Türklerden Chou Türklerinde (MÖ 1000’ler, Kuzey Çin) Güneş ve Ay tanrılarını gösteren bu sembollerin Dersim bölgesinde mezar taşlarında karşımıza çıkmış olması; buradaki inancın reddedilemez biçimde eski Türk inancının devamı olduğunu göstermektedir. Yani Gök Tanrı inancı, Türkler arasında en fazla Dersim bölgesinde yaşamıştır ve hala da yer yer bu inanış sürmektedir.
Güneş ve Ay inanışının Dersim ve Bingöl Alevilerinde çok önemli bir yer tuttuğunu geçen yüzyıldaki saptamalar da ortaya koymaktadır: "Doğu illerindeki boy ve kabileler ayrı ayrı birçok inanlara katılmışlardı. Bunlardan bazıları, güneş doğarken salavat getirir ve omzunu öperlerdi. Ay ve Güneş karşısında dua ve ibadet edilirdi. Bilhassa Aleviler: Ay Ali'nin, Güneş Muhammed'in nurudur; derlerdi. Ay ve Güneş’in, yıldızların ve eşref saatinin insanlar ve insan hayatı üzerindeki tesirine herkes inanırdı…
İngiliz Misyoner Riggs de 1.911'de bu konuda şöyle yazmaktadır: "Seyit Mustafa . . .. Güneş’in tüm yaşamın kaynağı olduğunu, bu nedenle her sabah doğan güneşe saygı gösterdiklerini söyledi."
Bu geleneğin en az 3/4 bin sene eskiye giden bir Türk tapınma biçimi olduğunu; Hun tarihi açıkça gösteriyor. Şu alıntı Hunları değil de sanki Tuncelileri anlatıyor gibidir:
"Hunlar; her yıl ilkbaharda bir defa, atalarına, gökyüzüne, yeryüzüne ve ruhlara kurban keserlerdi. Yabgu (hakan); her gün iki kez olmak üzere, sabahleyin doğan güneşe, akşamleyin ise aya karşı saygısını sunardı." Hemen belirtelim ki buradaki güneşin Zerdüşt inancındaki ateşle ilgisi yoktur. Güneş, Gök Tanrı'yı; Ay ise Yeraltı Tanrısı ‘nı temsil eder. İkisi birden "Kün-Ay sembolü’’ nü oluşturur ve evreni temsil ederler.
Dersim-Bingöl Alevilerinin Güneş'i ve Ay'ı kutsamaları; eski Türk inanç sistemine bağlılığın devam ettiğinin belgesidir. Bu bağlılık bütün Alevilerde "Ay Ali Gün Muhammet" biçiminde İslami bir kılık altında devam ettirilmiştir.
Kürtleşen Türk Boyları
Osmanlı Devleti'nin Kürt aşiretlerini kullanarak yürüttüğü Türk düşmanlığı sonucunda Doğu Anadolu'daki Kızılbaş Türk boyları yer yer Kürtleşmiştir. Doğu Anadolu'da kimliğini değiştiren boylardan bazıları şunlardır: Halaç, Ağaçeri, Mukri, Bayat, Afşar, Beğdilli, Eyva (Yıva).
Günümüzde; Doğu Anadolu'da yaşayıp kendisini Kürt bilen-sanan Afşarlar var. Afşarlar Türkiye'nin doğusuna, güneyine, batısına kadar saçılmışlardır.
Afşarlar- Avşarlar; büyük tarihçi Reşideddin'e göre, "Hükümdar çıkartan Oğuz boylarından birisi" dir. Bunlar Oğuzlar içinde; İslamiyet’ten önce en güçlü boy idiler.
Yaşar Kemal’in aşağıdaki tespitleri çok önemlidir…
Diyarbakır ovasını dolaşırken tuhaf bir olayla karşılaştım…
Diyarbakır'ın Köprü Köyü’nde bir öğretmenle tanıştım. Öğretmen 1.920'lerde Balkanlar’dan göç etmiş, Köprü Köyü’nü kurmuş, köyünün öğretmeniydi. Çok güzel Kürtçe konuşuyordu.
"Kürt müsün?" diye sordum.
"Yok, göçmenim" dedi.
Köye girdik, hep Kürtçe konuşuyorlardı. Türkçe biliyorlardı da yarım yamalak. 1.865 Kozanoğlu başkaldırısında, yenilgiden sonra Türkmenler, dediklerine göre binlerce çadır Diyarbakır'a sürülmüşlerdi.
"Nerede bunlar?" diye öğretmene sordum.
"Var, dedi, istersen gidelim, bunlar sekiz köy hiç Kürtçe bilmezler."
Öğretmenle birlikte Büyük Kadıköy’üne gittik. Gerçekten büyük bir köydü. Köylüler başımıza biriktiler. Bunlar Avşar Türkmenleriydi. Ağızları da tıpkı bizim Toroslar ’ın Avşarlar ’ının ağızlarıydı. Sekiz köydüler, Kürtçe bilip bilmediklerini sordum, bilmiyorlardı. Başkaldırıdan sonra binlerce Avşar sürülmüştü Diyarbakır'a. Bize Çukurova'da söylediklerine göre otuz bin çadır gönderilmişti buralara.
‘’Haydi, on bin çadır olsun, en aşağı yirmi köy eder, ötekiler nerede?" dedim.
Bir yaşlı adam,
"Onların hepsi Kürt oldu" dedi.
"Siz niçin olmadınız?" diye sordum.
"Bizler Aleviyiz" dedi yaşlı adam.
"Ne var bunda?" dedim.
"Şu var ki, dedi yaşlı adam, biz Sünni Kürtlerden kız alıp vermeyiz.’’
Öteki Kürt olan Avşarların hepsi Sünni’ydi. Kürtlerden kız alıp verdiler, şimdi sorarsan hiçbirisi Avşar olduğunu söyleyemez, Türkçe de bilmezler.
"Bize söylediklerine göre Sünni Avşarlar büyük çoğunlukmuş, belki bizim on mislimiz kadar" dedi.
Ve sekiz Avşar köyünü öğretmenle dolaştık. Birkaç Avşar ağıtı derledim oralardan.
Tıpkı Toros Avşarları ’nın ağıtlarıydı…
Kaynak: Yaşar Kemal'in 1.996 senesinde Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanan mülakatı.
Alıntıdır...
Beğdilli (Badıllı) boyu da Reşideddin'in Oğuz Name’sinde hükümdar çıkartan 5 Oğuz boyundan birisi sayılır. Bu Kızılbaş Türkmenlerden doğuda kalanlar Kürtleşmiştir.
Eyva (Yıva-İva) boyu da Divan-ı Lügat-it Türk'te adı adlandırılan büyük boylardan birisidir. Kızılbaş Bayat boyu da ünlü Dede Korkut'un boyu olarak bilinir ve Alevilerin 7 Ulular diye bildiği ozanlardan Fuzuli bu boydan gelmektedir. Ağaçeriler, en eski ve büyük Türk boylarından olup Hunların ardılıdırlar.
İğdir (Iğdır), Iğdır'da yaşayan ve Anadolu ile Hazar ötesinde de kolları bulunan bir Oğuz boyudur.
Halaçlar ise anayurtları Kırgızistan Fergana Vadisi dolayları olup daha sonra Afganistan, İran, Anadolu gibi bölgelere yayılmış bir Türk halkıdır. Bugün de Türk kimlikleri ile bilinirler.
Karakeçili boyu; Doğu Anadolu bölgesinde devlet kuran Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri ’nin devamıdır.
Mukriler (Mukrin, Mukru, Mokri, vb.) Reşidüddin'e göre; Oğuz Han'ın amcalarının boylarından türemişlerdir. L.N. Gumilev ise onları Kidanların bir kolu sayar. Gök Türk devleti içindeki halklardan birisi gösterilir.
Bunun gibi başka birçok Türkmen obası, oymağı zaman içinde Kürtleşmiş ve anadilini; Kürtçe ile değiştirmiştir.
Dersim de anadilini değiştiren Oğuz ve Kıpçak boylarının yaşadığı bölgelerden biridir.
Balabanlılar (Kürt Olarak Tanınan Afşarlar)
Kürt adı ile tanınan Afşar (Avşar) oymak ve obalar önemli miktardadır. Bunların bir kısmı günümüzde Kürtçe konuşmakta olup Kürt kimliğini benimsemiş iken bir kısmı kasıtlı bir şekilde Kürt olarak tanıtılmaktadır.
Suriye bölgesindeki Afşarların bir kısmı 1.375 yılında Memluklerin Çukurova’yı fetihleri üzerine yerlerinden kalkıp Sis (Kozan) yöresine gelmişlerdi. Bunlara Sis Afşarları deniyordu. Bu Avşarlardan bir grup Osmanlı, Memluklu, Ak Koyunlu gibi devletlerin Çukurova’daki hakimiyet mücadelelerinden kaçarak Sivas-Dersim arasına göç ederek yerleştiler ve burada zaman içerisinde benliklerini kaybettiler.
Günümüzde bu bölgede yaşayan Koçgiri aşireti (bunlar Zaza’dır) bu Avşarların torunudur. Bu konuda yer adları da bizi desteklemektedir. Sivas’a bağlı Suşehri ilçesinin bir köyünün adı da Sis (Çataloluk)’tir. Ayrıca Tunceli’nin Çemişkezek ilçesinde bir köyün adı da Sisne (Varlıkonak)’dir. Sisne (Kocaçukur) adında Maraş Andırın ’da da bir köyün varlığı tesadüf değildir. Bu köy adları cemaatin Adana’dan Dersim’e göç ettiklerini gösteriyor. Bilindiği gibi Türk tarihinde yer adları tesadüfen verilmemiştir.
Türk boyları göç ettikleri yerlere eski yurtlarındaki isimleri vererek orayı sahiplenmişlerdir. Osmanlı devrinde Sivas ve Dersim’de bulunan ve Kürt olarak anılan aşiretin Kemah ilçesinde ve Boz-Ok’ta da yerleştiği, bir kısım kollarının ise Rumeli’de iskân edildiği görülüyor.
Ayrıca Dersim’e yerleşen Sis Afşarlarından bir bölük, Dersim oymaklarından Sisanlı Aşiretini (bunlar da Zaza) oluşturmuştur. Sisanlıların bir kısmı Erzurum’un Hınıs ilçesine göç edip burada da bazı köyler kurmuşlardır (Mirseyit, Mirgezer, Sağlam, Halefan gibi).
Rumya (Van) Gölü’nden Kızılırmak’a kadar uzanan sahada (Hınıs, Murat-Fırat-Karasu nehirleri arasından Erzincan-Bayburt arası, Fırat-Karadeniz arası, Erzincan’dan Sakarya’ya uzanan saha) Afşarlar yaşamakta olup, % 80 Kızılbaştırlar.
Bazı yabancı seyyahların Türk oldukları halde kasıtlı olarak Kürt oldukları propagandasını yaptıkları boylardan biri de Dersim-Sivas arasında yaşayan Avşarlardır.
Bunun gibi Diyarbakır, Mardin, Rakka ve Malatya’da yerleşen Kucur (Koçur) Avşar’ı günümüzde Kürtleşmeye doğru gittiği gibi, Kucur (Koçur) Afşarları ’ndan olup Antakya, Arapkir, Çemişkezek, Diyarbakır, Harput, Karaman, Keban, Kızılçayır – Harput, Konya, Malatya, Maraş, Rakka ve Sivas’ta yerleşen Koçur-Zade Koyunoğlu (Uşakları) cemaati ile Arapkir ve Çemişkezek’te yerleşen Koçur-Zade Koyunoğlu İbrahim cemaati de Osmanlı belgelerinde Kürt olarak anılıyor.
Osmanlı belgelerinde Recepli Avşarı Ekradı (Kürtleri) diye anılan grup Rakka, Maraş ve Zamantı’da bulunuyor, Recepli Uşağı obası ise yine Ekrad taifesi (Kürt) olarak adlandırılıyor ve Rakka, Maraş, Zamantı ve Kadirli’de bulunuyordu. Ayrıca Hısn-ı Keyf’te yaşayan bölümü ise Receb-i Kürdlü adıyla anılıyor.
Yabancı yazarlardan Alexandre Jaba, kitabında (1.860 tarihli) Kayseri civarındaki Afşarları Kürt olarak göstermişti. Bu Osmanlı belgelerindeki Recepli Avşarı Ekradı tanımına tamamen uymaktadır. Vitale Cuinet ise kitabında (1.890 tarihli) Yozgat’ta Afşar adlı Kürtlerden bahsetmiştir.
Günümüzde Yozgat’ta Şefaatli ilçesinde yaşayan Kürt köyleri de Torun soyundan geldiklerini söylemektedirler. Doğudaki bu Receplilerin (Receban) Şeyh Sait İsyanı başta olmak üzere Cumhuriyet devrindeki isyanlara karıştığını görüyoruz. 1.705’te iskân edildikleri Rakka’dan kaçıp Kars ve Çıldır Sancakları ’na yerleşen Receplilerin bazıları artık Kürtleşmiştir. Bu grupların Kürtleşmesi yerleştikleri köylerin etnik yapısıyla ilgilidir. Kürt köylerine gelenler Kürtleşirken, Türk köylerine gelenler kimliklerini korumuştur.
Bugün bu Recepliler, Ardahan merkez ile Göle, Çıldır ve Posof’un bazı köylerinde yaşamaktadırlar (Bu köylerin hiçbiri tamamen Afşar değildir. Esasen bu köylere sonradan geldikleri için köyün asıl yerlileri nüfus olarak fazladırlar. Şunu da belirtelim 3-5 hane olarak hemen bütün köylerde Afşarlara tesadüf edilir. Bunlar o köylülerle sıkı akrabalık ilişkisine girmiştir).
Bunlardan Ardahan merkezdekiler Kürt iken, Göle, Çıldır ve Posof’takiler Türk’tür. Çıldır ve Posof’taki Avşarların yaşadıkları köyleri tespit edemedik. Diğerlerine gelince Ardahan merkeze bağlı Hoçuvan (Hasköy) kasabası ile burayı çevreleyen Tazeköy, Hacıali, Binbaşar, Tunçoluk ve Beşiktaş köyleri ile Göle ilçesine bağlı Yeleçli köyünde yaşamaktadırlar.
Halep Avşarları arasındaki en önemli boy olan Köpeklilerin obalarından biri de Kürt İsmail adını taşıyordu. Ayrıca bölgede Boz-Ulus arasında gördüğümüz Çobu (Çöplü Avşar’ının akrabası) cemaatinin mensuplarına rastlıyoruz ki onlar, Ekrad taifesinden İzzeddinli’ye tabi üç cemaatten biriydi. Bu adlandırmalar aslında Türkmen toplulukları arasında Kürt kelimesinin yabancı ve etnik bir ismi çağrıştırmadığının güzel bir ispatıdır.
Yine Halep Avşarlarından olan Balabanlı cemaatinin bazı kollarına günümüzde Tunceli ilimizde rastlıyoruz. Zazaların Dersimli koluna mensup olan Balabanlılar, Yavuz- Şah İsmail mücadeleleri (1.514) sonrası Osmanlı tarafından bu bölgeye getirilip yerleştirilmiştir. Halen aşiret mensupları Türk olduklarını unutmamıştır.
Balabanlı / Balabanlu / Balabanlar Aşireti
Horasan (İran) ve Dimetoka'dan (Rumeli) geldikleri yolunda kayıtlar vardır... Osmanlı arşiv vesikaları da bunları "İran Ekrâdı Tâifesinden ve Yörükân Tâifesinden" göstermektedir. Bu ifade "İran'dan gelenlerin dağda gezeni ve Türkler’in ovada gezeni" anlamına gelir. ‘’Balaban’’ Türkçe bir kelime olduğu için "İran dolaylarından gelen Türkler" olarak anlaşılması gerekir.
Balabanlılar hakkında anket çalışması-Erzincan Yöresi – Vatan Özgül Dimetoka’dan Erzincan’a bir Alevi Aşiret-Balabanlılar
Katılımcılar kendilerini %80 oranında "Balabanlı" olarak tarif ederken, %10'u "Balaban Aşireti'nden" ve geri kalanı ise "Balabanlı Aşireti'nden" şeklinde kendini ifade etmektedir. Bu gözlem bize, Balabanlı bireylerin kendilerini, bir aşiretin mensubu olmaktan çok Balaban adlı bir kişinin soyundan gelenler ya da kendilerini, Balaban adlı şahsın takipçisi olarak görmeye daha meyilli oldukları izlenimini vermektedir. Katılımcıların % 83’ü kendisini "Türk/Türkmen" olarak ifade etmiş, diğer katılımcılar ise kendilerini "Zaza" olarak tanımlamışlardır. Balabanbey Köpekli Avşarı'nın Balaban obası cemaatinden olup , Bulgaristan'da, Çanakkale Ayvacık'ta, Edirne İpsala'da, Bilecik Söğüt'te , Bursa Mudanya'da , Tekirdağ Muratlı ve Malkara'da Balaban, Balabancık, Balabanbey, Balabanlı isminde muhtelif köy ve çiftliklere ismini vermiştir. Evliya Çelebi seyahatnamesine göre Aydınoğlu Beyliği'nin Osmanlı Beyliği'ne katılmasından sonra tarih sahnesine çıkan Balabanbey'in İzmir ili Ödemiş ilçesi Balabanlı köyünde makam mezarının olduğu (1.308-1.368 arası yaşadığı) kayıtlıdır. Balaban- Oğuz Boyu – Kıpçaklar- Aşkenazi
1- Batı'da; 11.yüzyılda güneybatı Sibirya'daki yurtlarından batıya doğru göçen Kıpçak Türkleri, bölgede yaşayan Hazar Türklerini hakimiyetleri altına almıştı. Zamanla Hazar Türkleri ile Kıpçak Türkleri arasında akrabalık kuruldu, birbirlerine karıştı; Kıpçak Türklerinden Museviliği seçenler de vardı ve “Balaban" adı yayılmaya başladı. Tıpkı "Polonya Yahudileri ve Tarihçiliği’’nin kurucusu "Meir Balaban" daki "Balaban" gibi…
2 - Doğu'da ; Gıyaseddin Uluğ Han lakabıyla Hindistan'da 1.266-1.287 yıllarında hüküm sürmüş olan Balaban Sultan, Kıpçak Türkeri’ndendi. 3 - Anadolu'da ; Oğuzlar – Bozok – Beğdilli – Balaban Boyları 4 - Balaban: Bala Kırgız Türkçesi : Bala Türkiye Türkçesi : Çocuk Azerbaycan Türkçesi : Uşak Başkurt Türkçesi : Bala Gagavuz Türkçesi : Çocuk Kazak Türkçesi : Bala Türkmen Türkçesi : Cağa Tatar Türkçesi : Bala Uygur Türkçesi : Bala 5 - 1968'e kadar Köylerimiz (kaynak: İçişleri Bakanlığı/pdf) Balaban - Büyük Orhan/Orhaneli/Bursa Balaban - Eğil/Merkez/Diyarbakır Balaban - Hamidiye/Uzunköprü/Edirne Balaban - Barak/Nizip/Gaziantep Balaban - Yuntdağ/Bergama/İzmir Balaban - Merkez/Demirköy/Kırklareli Balaban - Merkez/Kınık/İzmir Balaban - Derbent/Merkez/Kocaeli Balaban - Merkez/Kandıra/Kocaeli Balaban - Yazıhan/Merkez/Malatya Balaban - Hayrat/Of/Trabzon Balaban - Merkez/Halfetli/Urfa Balaban - Mürşitpınar/Suruç/Urfa Balabanburun - Boyalık/Çatalca/İstanbul Balabancı - Merkez/Eşme/Uşak Balabancık - Merkez/Mudanya/Bursa Balabancık - İbriktepe/İpsala/Edirne Balabancık - Ballı/Mlakara/Tekirdağ Balabankoru - Hamidiye/Uzunköprü/Edirne Balabanlar - Merkez/Devrekani/Kastamonu Balabanlı - Gülpınar/Ayvacık/Çanakkale Balabanlı - Ovakent/Ödemiş/İzmir Balabanlı - Merkez/Muratlı/Tekirdağ Balabantaş - Karaurgan/Sarıkamış/Kars
Ve bu Balaban Türk boyu, Osmanlı arşivlerinde bile Türk olarak bilinirken, bugün niye ısrarla Kürt yapılmak isteniyor peki? Balaban soy isimli "Yahudiler" niye böyle bir yol tercih ediyorlar? Bugün için, Aşkenazi Yahudilerini araştıran "tarihçiler" ve kendilerine "Yahudi" diyenler köklerinden mi korkarlar ??...
Meir Balaban (Majer Samuel Bałaban), 1.877 de Lviv/Ukrayna' da doğdu. Lviv Üniversitesi'nde tarih, hukuk ve felsefe okudu. Polonya, Krakov'da Yahudi tarihi ile ilgili belgelere tesadüfen ulaşınca "Krakov ve Kazimiria 1.304-1.655 Yahudilerin Tarihi", ‘’Krakov Yahudilerinin Tarihi" "Lublin Yahudileri”, “Galiçya Yahudilerinin Tarihi" gibi pek çok eser bıraktı. Nazilerin Polonya da özel olarak duvarlarla çevirdiği ve Yahudileri sürgün ettiği "Varşova Gettosu’’nda 1.942 yılında trajik bir şekilde öldü. Lviv-Ukrayna ve İsrail'de cadde ve sokaklara adı verildi… (Meir Balaban ; M. Balaban, the founder of the historiography of Polish Jewry. From the 13th Century, Jewish life in Poland. Majer Bałaban wrote, Historia Żydów Krakowie i na Kazimierzu 1304–1868 [A history of Jews in Cracow and Kazimierz, 1304–1868], 1912). The word "Balaban" is Turkish.)
Hindistan anakarasında hüküm süren Delhi Türk Sultanlığı ’nı Kutbiler ve Şemsilerden sonra 1.266-1.290 tarihleri arasında Balaban ailesi yönetmiştir. Bu ailenin başı Gıyasüddin Balaban’ dır. Balaban ailesi Kıpçak boylarından Alp-eri ye mensuptur. Gençliğinde Moğolların eline esir düşen Balaban önce Bağdat’a oradan da Gucarat’a götürülmüştür. Daha sonraları ise satın alınarak Delhi’ye götürülmüştür. Kısa bir süre sonra Sultan İltutmuş’a satılarak sarayda iyi bir eğitim almış ve vezirliğe kadar yükselmiştir. Balaban, Sultan Mahmut’un ölümü üzerine Gıyasüddin unvanı ile tahta geçmiştir. İltutmuş gibi Kıpçak Türklerinden olan Balaban döneminde Türk idaresi bütün gücü ile yükselmiştir. Onun anlayışına göre ‘’soylu ve asil’’ demek ‘’Türk’’ demektir. Hayatı boyunca Türk olmayanlara devletin idari kademelerinde yer vermemeye özen göstermiştir. Tahtta bulunduğu süre içerisinde Moğol istilasına karşı başarılı olmuş ve İslamiyet’in Hindistan’da yayılmasına katkıda bulunmuştur.
Balaban Oymağı Hindistan ve Pencap bölgesinde hüküm sürmüş olan büyük «Türk Gurkanlı» Devleti’nin 1.266- 1.290 seneleri arasında «BALABANLU» hanedanını görmekteyiz. «Balaban, iletmiş soyundan yetişmiş erkek kalmadığı için Nasir-Ud-Din Mahmut ölünce onun kayın babası olan Balaban Uluğ Han tahta çıkar. Balaban Han, disiplinli, çok alicenap olup I. Delhi Türk Sultanlığı ’nın başına geçer. Kendisi, efsanevi Turan (Saka/İskit) hanı «Afrasyap (Alp Er TUNGA) soyundan geldiğini söyler.
Yine yer ve erkek adı olarak ta Balaban ismini yaygın olarak görmekteyiz. Osman Gazi'nin komutanlarından birinin ismi «Balaban» olup Bursa ilinin Balabançık ilçesi buna izafeten verilmiştir. Yine şahıs adı olarak, Macaristan ve Türk hakimiyeti altında kalmış Çek topraklarında eski Türklerin izlerinin bir devamı olarak ta «Balaban» adını görmekteyiz. Prof. Y. Blaşkoviç (Kumanoğlu). Aydın’ ın Bozdağ kazası dahilinde ÇULLULAR adlı oymağın içinde ‘’Balabanlu’’ adlı ayrı bir oymak ta görmekteyiz. Yine bu Türk oymağının izlerini Suriye, Halep Türkmenleri arasındaki Beğdilli/Badıllı'nın iskanları emredilen oymakları arasında «Tatalu, Kozlu, Arablu, Taşbaş, Sincan ve Balabanlıyı görmekteyiz. Ayrıca bu oymağın bir kısmının Rakka tarafında iskân edildiğini öğrenmekteyiz. Fakat bunların burada uzun müddet kalmayıp geldikleri yer olan Rumeli’ye doğru tekrar döndükleri bilinmektedir. Diğer taraftan bir kısmının da sürüleri ile Torosların güneyine, diğerlerinin de kuzeye ve kuzey doğuya yönelip Malatya ve Dersim'e yaylak yerlere yerleşmiş oldukları görülür. «Meskûn yerler kılavuzunda» bunların bulundukları köy adlarını takip edecek olursak. «İpsala Uzun Köprü, Malkara, Çatalca, İstanbul İzmit, Kandıra, Ereğli, Gebze, üzerinden Trabzon'un Of ilçesine uzandıkları diğer bir kolun, Dimetoka, Malkara, Çanakkale, Mudanya, Eşme, Ödemiş taraflarına göç ettiği, üçüncü kolun da İzmit, Orhaneli, Söğüt, Kastamonu'ya geldikleri görülmektedir. Balaban Türk oymaklarının bir kısmının Hazar Denizi’nin kuzeyinden Romanya, Macaristan, Bulgaristan yolu ile Anadolu'ya gelmesi ile yine bir kısmının da Hazar'ın güneyinden ve Türk Gurkan'lı Devleti’nin hakim olduğu Pencap, Afganistan ve Horasan yolu ile Anadolu'ya gelmesi, aynı köklere sahip bu Türk oymağının farklı coğrafyalar üzerinden göçleri sebebiyle, farklı lehçe ve şivelere sahip olmalarına neden olmuştur. Nitekim, Tunceli' deki Balaban oymağının Zazaca konuşması, Türk Gurkaniye Devleti’nin kullandığı «Gurani» Türk lehçesinin (Çağatay lehçesi karışımı) hala izlerinin devamı, bunu gösterir. Bütün bu tarihi gerçeklerin ışığı altında bu oymağın nedenli katıksız bir Türk oymağı olduğunu öğrenmiş olmaktayız. Yavuz'un kudretli kılıcı altında ezilerek doğunun sarp dağlarına kaçan, dillerini ve milli duygularını bu çeşit zorlamalar altında kaybedip ‘’Kızılbaş’’ adını alan bu boy ve aşiretler, Erzincan tarihinin dediği gibi Kürt, Kızılbaş ve dinsiz değil, özbeöz Türk, Türkmen olan Alevi ve Bektaşilerdir. Bunların oturduğu yer Kürdistan değil, Doğu Anadolu’ muzun bölünmez bir parçasıdır. O şerefli yurt parçası, karış karış bütün tarih boyunca Türk kültürüyle bezenmiş ve kanıyla sulanmıştır. Doğu illerimizin yüksek dağlarında, dar geçitlerde, özel tepeler, pınar başlarında yapılmış binlerce mezar ve çevirmelerde yüzbinlerce Türk şehidi yatıyor. Bu illerin bütün dağ ve ovaları hâlâ bu kutsal Türk şehitlerinin adlarıyla anılıyor, Munzur Dağları, Bağırbaba, Düzgünbaba, Sultanbaba, Bayındırbaba ve bunlara benzer yüzlerce canlı eser meydanda gözleri kamaştırmaktadır. Bu canlı eserler ve gerçeklik, yalnız Alevilerin bulunduğu bölgelerde değil, doğu illerimizin bütün kesimlerinde bütün ihtişamıyla kendisini göstermektedir. Doğunun her dağında, ovasında, köyünde, kasabasında birer Türk hanı, hakanı, boybeyi, ilağası yatıyor. Daha dün, yani 1.938 yılında Atatürk heykelinin kuruluşu için Muş hükümet konağı karşısında açılan meydanda bir metre derinlikte meydana çıkan Halil Bey ibni Belitan adlı bir Türk hanının mezar taşı üzerinde şu Arapça yazılar görüldü: (Hazihi, liravzatul- muttahara velmiratül- celilil- münevver, Biemrilcelil merhum, birrahmetli celilil- mübin. Elneziril- meşhur. Halil bey ibni mağfurul- Biltan. Ve hüvve min sulâletül Bayındırhan. Tâbe sacâh, kâd hakemedü fil- Medinetü Muş. Mahsura leşireteyni. Mâte fişşehri mübarek ğayeyi şabanu- Muazzam Fİ, tarih. Sabâ Samânine mite hicri.) Bayındır Han sülalesinden olan Halil Bey ibni Biltan ‘ın 780 inci hicri (1.394 miladi) tarihinde Muş'ta hükümet sürdüğü ve orada vefat ettiği sabit oldu. Ele aldığımız bu konu üzerinde gerçek bir eser yazan Kadri Kemal Kop, ‘’Doğuda Araştırmalarım’’ adlı eserinin onuncu sahifesinde: (13. yüzyılın sonlarında Oğuz ailesinden olan Ak ve Karakoyunlu Türkleri, akın akın doğu vilayetlerimize ve ezcümle Van Gölü garbına ve Dersim cihetlerine taştılar ve yerleştiler. Fırat ve Dicle vadilerinin yukarı kısımlarına yerleştiler. Hatta Karakoyunlular bu sırada Ahlat ve Malazgirt'te kuvvetli bir hükümet kurdular. Sayın Besim Atalay, ‘’Bektaşilik ve Edebiyatı’’ adlı eserinde: - Öz Türk soyundan olan Bektaşi, Alevi ve Kızılbaşların bir buçuk milyon nüfusları olduğunu ve bu miktarın yedi yüz bininin Zazaca ve Kürtçe, sekiz yüz bininin de Türkçe konuşmakta olduklarını ve Anadolu'da bulunan Bektaşi Türklerin, soydaşları olan Sünni Türklerin varlığından faydalanarak ana lisanlarını kurduklarını, Doğu Anadolu'da bulunan Alevilerin de komşuları olan Kürt kabilelerinin âdetlerine uyarak ve İran edebiyatının tesiri altında kalarak lisanlarını karmakarışık bir hale getirdiklerini, ve bu kısım Alevilerin konuşmakta oldukları Zazacanın yüzde altmışının öz Türkçe kelimelerle dolu bulunduğunu hülasa ederek Dersim'deki aşiretleri bu kısma dahil ediyor. Ebu Bekr-i Tihrani'nin (1.470-71) yılında Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey adına Farsça yazdığı Kitab-ı Diyarbekriyye, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri hakkında yazılmış tek tarih kitabıdır. Bu kitapta Hz. Adem'e kadar Uzun Hasan Bey'in atalarından bahsettikten sonra Akkoyunluların ilk hükümdarı Kara Osman'dan başlayarak yazıldığı tarihe kadar olan Akkoyunlu tarihini anlatır. O arada konuya uygun olarak Karakoyunlu tarihi, Horasan'ın durumu, Şahruh'un ölümü, Çağatay mirzaları (beyleri, soyluları) arasındaki bitmek bilmeyen kavgalar ve Osmanlı-Akkoyunlu ilişkileri hakkında çok değerli bilgiler verir.
Comments