ANTİK TÜRK İNANCI ve KIZILBAŞLIK
- Haluk Hızlıalp

- 29 Haz
- 25 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 30 Haz
''Yüzümdeki perdeyi hiç bir ölümlü kaldıramadı !'' - İsis - Eski Mısır Ana Tanrıça.
“Tanrı her yere yetişemiyordu, bu yüzden de anneleri yarattı.”
Rudyard Kipling
Değerli Ümit Özdağ’ın savunmasından (11-17 Haziran 2025): “Türk Ulus'unun çizgisi Maturidî, Alevi, Bektaşi çizgisidir. Bununla oynamak ulusal güvenlik tehdididir.''
Bu çalışma kadim öz kültürümüzü keşfetme, değerini anlama ve paylaşma amacıyla yaptığım bir keşif yolculuğudur. Özellikle değerli araştırmacı yazar Umar Ö. Oflaz'ın eserlerinden yaptığım derlemeler ile birlikte, kendi araştırma ve bulgularımdan oluşmaktadır. Derinlere inmedikçe hakikatin üzerine örtülmüş perdelerin aralanması olası değildir...
Amaç
Bu çalışma, Türk kültürünün kadim köklerini ve özellikle Kızılbaşlık, Alevilik ve Bektaşilik gibi inanç ve yaşam biçimlerini inceleyerek, diğer kültürlerden ve devletlerin tarihsel müdahalelerinden gelen yanlış algı ve karalamaların ötesinde gerçek kökenleri ve taşıdıkları değerleri ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Bu bağlamda Kızılbaşlığın töre, inanç sistemi ve kültürel pratikler açısından çok daha derin ve köklü bir Türk öz kültürüne dayandığını, kadim Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Orta Asya-Sibirya kültürleriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyar. Ayrıca, Anadolu'nun ve Türk Ulusu'nun tarih boyunca dini, kültürel ve siyasi bağlamlarda yaşadığı mücadeleler ve baskılar anlatılarak, öz kültürümüzün önemi vurgulanmakta ve bu değerlerin yeniden anlaşılması gerekliliğine dikkat çekilmektedir.
Anahtar Noktalar
Kızılbaşlık, öz Türk kültür, inanç ve sosyoloji bağlamında binlerce yıldır var olan köklü bir kültürdür; sadece kötü algı ile yanlış aktarılmıştır.
Günümüzdeki Alevilik ve Bektaşilik sistemleri, Kızılbaşlık kökenli ritüel ve inançlar üzerine inşa edilmiştir ve bunlar kadim Türk töresinden gelmektedir.
Kızılbaşlıkta ataların ve doğa unsurlarının ön plana çıkarılması, anaerkil ve yaratıcı ana figürlerinin kültürümüzde önemli yer tutması, kadim inançlar ile ilişkilidir.
Anadolu'nun, Orta Asya, Mısır ve Mezopotamya gibi bölge uygarlıklarının kültürleriyle derin etkileşim ve bağlantıları vardır ve bu kültürler, Anadolu'nun kadim medeniyet mirasını oluşturmaktadır.
Osmanlı döneminde Kızılbaşlara karşı uygulanan baskı ve katliamlar, kültürel ve inançsal ayrımların derinliğini göstermektedir; bunlar kültürel asimilasyon maksatlıdır. Türk ve Türkmen boylarının Kürtleşmesi ve Kürtçe konuşması da bu bağlamda incelenmelidir.
Temel yönetim şekli, halk meclisleri (40'lar Meclisi) ve halkın katılımı ile yöneten kadim kurultay sistemi, Türk toplumunun özünde demokratik ve katılımcı yapısını yansıtır.
Türk kültüründeki semah, turna sembolü, kutup yıldızı bağlamında kutup inancı gibi unsurlar, gökyüzü, güneş-ay döngüleri, doğa ile olan derin iç içelik ve inançları gösterir.
Başlayalım...
Günümüzde ''Kızılbaşlık'' kavramına baktığımızda belleklerimizde son derece kötü bir algı oluşmaktadır. Bunun tarihsel sürecimizde iki farklı, hatta sürtüşen kültürün çatışması sonucu kaybeden, hor görülen tarafın aşağılanması anlamına geldiğini çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde irdelemeye çalışacağız.
Oysa ki Kızılbaşlık, eski Türk kültür, inanç, sosyoloji ve siyasal bağlamında binlerce yıldır birbirine örgülenmiş bu yapılara verilen simge adlardan biridir.
Kızılbaşlık konusuna girmeden önce daha yakından bilinen Alevilik ve Bektaşilik konularına kısaca bakmakta yarar var. Bu olguların birbirlerine benzer tarafları olduğu gibi birbirinden çok farklı tarafları da bulunuyor.
Kızılbaşlık öz Türk kültürü inanç sitemlerinin merkezinde yer alır; Maveraünnehir bölgesinde Semerkant'ta 10. yüzyılda ortaya çıkan aklı ve özgür iradeyi önceleyen Türk Mâtürîdî ve Yesevi inanç sistemlerinin temelinde yer alır.
Günümüz Alevi, Bektaşi inanç sistemleri ise Muhammed Ali (Hz. Ali) merkezli 12 İmam'ın kutsandığı Şii inancı ile aynı temelden (yani Kızılbaşlık' tan) alınmış ritüellerin harmanlanması sonucu sonradan oluşturulmuş inanç biçimleridir. Kızılbaşlık kadim Oğuz töresi, siyasal olgusu ile Türk, Törük/Türük inancının sarmal yapılanmasından oluşmuştur.
Kızılbaşlık Atalar inancı (Atalar Kültü) olarak ta adlandırılır çünkü her ritüelde atalar önde tutulur; bu inanç etimolojik olarak ''Yaratan'' sözcüğünde de kendini gösterir; dikkat edilirse sözcüğün Yar ve Ata'n alt sözcüklerinden oluştuğu görülür. Alevi-Bektaşilikte ise Muhammed, amca oğlu Ali ve onların çocuk ve torunlarının 12 İmam olarak öne çıktığı, kutsandığı, başlarına gelen acıklı olayların ağıt haline getirildiği bir inanç biçiminin hakim olduğu görülmektedir. Bu inanç biçimlerinin hiçbirinde kadın/erkek ayırımı yoktur.
Kutbu (ileride bu kavrama daha detaylı olarak gireceğiz) temsil eden bir ''Dede''nin bulunması, onun bir aksakal-yargıç olarak toplumun adaletini, huzurunu, bütünlüğünü sağlama yetkisi olması, küskünleri barıştırması, yeni evlenecek olanların toplum adına kabulü, toplumun bütünleşmesi açısından çok önemli bir olgu olan ''ahiret kardeşliği'' kavramı, ''tuz-ekmek hakkı'' olarak karşımıza çıkan lokmaların paylaşılması geleneği, semah dönülmesi ritüeli gibi bütün bu örf ve gelenekler Kızılbaşlıktan alıntılanmış olan biçimlerdir.
İbadetler, yakarış ve algışlar (dualar) Cem adı altında halka biçiminde yüz yüze olacak şekilde yapılır; yüz yüze olmasının anlamı Bektaşi Halk Şairi Edib Harabi'nin (1853-1917) ''Ya Hü Burda Olan Muhibbana Bak'' şiirindeki ''Hak yüzüdür burada gördüğünüz yüzler, göremez kör olan gözler'' dizelerinde kendini gösterir. Yani söz konusu Cem törenine (mabedine) giren insanların buraya bir tin (ruh) varlık olarak girdikleri, beden ve nefislerini dışarıda bıraktıkları, kadın-erkek ayrımı olmayan bir tesviye (eşitlik) ortamına girdikleri anlaşılmaktadır. Tören saz eşliğinde 12 İmamlar, Hazreti Ali, Hasan-Hüseyin, Kerbela ağıtları ve deyişleri ile sürer. Kızılbaşlıkta ise Ataların edimleri ve geçmiş olaylar güne taşınır.
Alevi-Bektaşi inanç sistemlerindeki bu içeriklerin Kızılbaşlıktan neden farklılaştığı ise daha ayrıntılı bir konu olup buna da kısaca değinmeye çalışacağız.
Alevi, Bektaşi inançlarında en önemli kavramlardan biri de Kırklar Cemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu kavrama baktığımızda Hazreti Muhammed'in Miraç' tan (Tanrı katına erişmek için çıkılan göksel yolculuk) dönerken Yer ile Gök arasında bir yerde Kırklara rastlaması, peygamber olarak kabul edilmesi gibi hadiseler anlatılır; ancak burada zikredilen Kırkların varlık nedenleri, amaç ve görevleri belli değildir. Oysaki Kızılbaşlıkta Kırklar bizzat halkın seçtiği ve halkı temsil eden ehil yöneticilerden oluşmaktadır. Toplumun töre ve kültürünün temel direkleridirler; Eren ya da Eren baba olarak anılırlar; çünkü Kızılbaşlıkta isimlerin ve benin (egonun) ön plana çıkarılması yadırganan bir davranıştır. Her seçkin seçildiğinde makam (Eren, Eren baba) bir önceki ile değişir ve makamını yeni gelene büyük bir tevazu ile bırakır.
Türk kültüründe bunun önemli bir örneği de Dede Korkut'tur. Dede Korkut ta bir şahıs değil bir makam adıdır. Kadim kültür tarihimizin her devrinde Dede Korkut'lar vardır, seçilerek yerlerini alır ve görevlerini yaparlar.
Ökük Türük ya da günümüzde Görktürk olarak bildiğimiz dönemin Orhun Yazıtlarında geçen ''Üze kök tengri asra yağız yir kılındukda ikin ara kişi oğlı kılınmış''. tümcesindeki ''kılınma'' sözcüğü de ''yaratılma'' anlamı içerir. 'Yukarıda mavi gök, aşağıda kara yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratıldı' anlamına gelir.
Görüldüğü gibi Alevi ve Bektaşilikte Kızılbaşlıktan farklı olarak söylemler İslami içerikli olup buna göre kurgulanmıştır. Bir anlamda İslam çatısı altında bir mezhep yaratılmış, Kerbela şehitleri ön plana çıkartılarak toplum vicdanında ''mazlumlar'' bilinci oluşturulmak istenmiştir. Oysaki Anadolu toprakları o kadar çok katliam ve acılara sahne olmuştur ki bunların üstü kapatılmış ve Kerbela şehitleri ve Şii inancının kutsalları bunların yerini almıştır.
Kızılbaşlık kimsenin dillendirmek istemediği, önemli ölçüde itibarsızlaştırılmış bir sözcük olarak karşımıza çıkar. Günümüzde Kızılbaş dendiğinde ne yazık ki insanların aklına ahlaki değerleri olmayan ve ensest ilişkiler içinde olan bir topluluk gelmektedir. Aslına bakarsanız birazdan göreceğimiz gibi çok derin ve farklı anlamlar içerir.
Toplumumuz yüzyıllar boyunca bir kültür değişimine uğradığı için geçmişte Kızılbaş kültürünü yaşatan atalarını suçlamakta hiç bir sakınca görmez hale gelmiştir. Bir kez daha algı yönetimi, cehalet ve bilgisizlik toplumu esir almış, hakikat çarpıtılarak toplumdan uzaklaştırılmıştır.
Kızılbaş sözcüğü ve Kızılbaşlık o kadar çok karalanmış ve kirletilmiştir ki Kızılbaş olduğunu bilen insanlarımız da bu sözcüğü anmaktan ve çocuklarına dahi anlatmaktan kaçınır olmuşlardır.
Osmanlı belgelerine girip Kızılbaşlar hakkında verilen fetvalara bakıldığında halkın ne kadar sindirilmiş ve baskı altına alınmış olduğu görülmektedir. Yavuz Sultan Selim'in müftüsü Hamza ''Biz dahi fetva verdik ki adı geçen (Kızılbaş) toplumu kafir ve dinsizdir.'' diyerek fetva vermiştir.
Hangi İslam anlayışına göre bu insanlar dinsizdir ? Ya da bu ve benzeri fetvalar verenler hangi ölçüye göre ''dindar'' dır ?? diye sormak gerekir.
Fetva devam eder ; ''...bunları öldürüp toplumlarını dağıtmak tüm Müslümanlara farzdır. Bu Kızılbaşların halleri kafirlerin hallerinden daha kötü ve çirkindir. Zira bunların ister av köpeği ister doğan kuşu ister ok ile kestikleri veya avladıkları murdardır...'' Yani sakın onların verdiklerinden yemeyin, yakınlaşmayın. ''....nikahları ister kendi soyları ile olsun ister başka soylarla olsun batıldır, geçerli değildir.'' Yani kadınları nikahsızdır, mirasları da helal değildir. Bunların kadınları, malları, çocukları size helal olur. Erkekleri Müslüman olmadıkça öldürülmeleri gerekir. ''...bunlar Müslüman olduklarında diğer zındıkların aksine diğer Müslümanlar gibi özgür olurlar.'' Demek ki bunlar köledirler, esirdirler, ancak din değiştirirlerse baş tacı olabilirler. Bu ve bunun gibi fetvalarda ''Müslümanlık'' adı altında ''Hanefi-Sünni-Selefi'' bir siyasal-otokratik İslam anlayışı sergilenmektedir ki bu anlayış Müslümanlığa büyük zarar vermiş ve Müslüman halkların geri kalmasına neden olmuştur.
1499 Yılında yeni Divan'ı Hümayun katiplerinden Kadimi Hafız Çelebi bir şiirinde Osmanlı'nın Türk'e bakışını şöyle sergilemektedir;
devr i delden beri şahım eflak,
zem olur alem içinde etrak,
vermemiş türke hüda hiç idrak,
aklı evvel de olursa bi bak.
uktul-üt türke velev kane ebak, (türkü baban da olsa öldür)
dedi ol kani kerem şahı celal,
türk’ü katleyleyiniz kanı helal.
Bu kin ve nefret içeren bakış açısının temelinde ne yazık ki din, kültür ve inanca bakış ayrılığı yatmaktadır. Osmanlı ise bunun temelini İslam peygamberine dayandırmaktadır. Kanuni döneminin Avusturya büyükelçisi Ogier Ghiselin De Busbecq hatıralarının bir yerinde ''Türk halkı çoğu zaman Osmanlı'dan canını hiçe sayacak kadar nefret etmiştir.'' demektedir.
Peki o zaman şu önemli soruyu soralım; Osmanlı neden Kızılbaşlara bu denli tepki duymakta ve nefret etmekteydi ?!?
Bunun yanıtı iki yönlüdür.
1-Türk halkı üzerinde egemenlik kurma.
2-İnanç ve ataerkil/anaerkil kültür karşıtlığı, ayrılığı.
Peki bir başka önemli soru; Kızılbaşlığın aslı nedir, ne değildir ? Şimdi bunu biraz irdelemeye çalışalım.
Günümüzden 1000 yıl kadar önce İmam-ı Gazali şöyle demektedir; '' herhangi bir nesneye bir ad verilmiş ise o ad ilgili nesneyi tanımlar biçimde verilmiştir.'' Yani günümüzden gidecek olursak televizyon, otomobil dediğimizde hep onun işlevini anlatacak biçimde kelimeler düzenlenmiştir. Buradan Kızılbaş sözcüğünün de ad olduğu olguyu tanımlar biçimde verilmiş olduğunu göreceğiz.
Sözcüğe baktığımızda aslında üç sözcükten oluşmuş bileşik bir sözcük olduğunu görürüz.
KIZ - İL - BAŞ sözcükleri günümüzde de kullandığımız sözcüklerdir.
İl sözcüğü Oğuzlarda ''devlet'' anlamında kullanılan bir sözcüktür. Günümüzde de devletin alt birimini ''İl'' olarak kullanmaktayız. Baş baştır, baş yöneticiyi anlatan bir sözcüktür. Buradaki Kız sözcüğü ise Kızılbaşlık kültürüne özgü olarak toplumun Yaratıcı Anası ya da Kutbu olarak kabul edilen ''Kız Ana'' yı ifade eder.
Kadim Anadolu (Göbeklitepe, Çatalhöyük, vb...)-Mezopotamya-Orta Asya-Sibirya erken neolitik kültürlerinden başlayan bu anaerkil olgu Kızıbaşlıkta kendini bu şekilde gösterir de diyebiliriz. Bu açıdan baktığımızda çok köklü, kadim, arkaik bir kültür oluşumundan bahsettiğimizi anlamamız gerekir. Kız Ana toplumun yaratıcı anası olduğu için hem anadır hem de bakiredir. Örneğin Bakire Meryem (Virgin Mary) buna eş bir düşünceyi ifade eder. Zira Meryem de Hıristiyan inancı tarafından ana tanrıçanın yerine oturtulmuş bir figürdür. Hem kızdır hem anadır. Aynı Kızılbaşlıktaki Kız Ana'mız gibi...
Kızılbaş inançlı şairimiz Pir Sultan, softaların inanç gösterisi yaptığı bir mecliste dile gelip bir dize söyler;
Bu bir ağır yüktür, yüklesin götür
Arif ol bu sırrın manasını yetür
Anası kız, oğlu koynunda yatur
Gel bunun manasın verindi sofu...
İşte bu kız alelade bir kız olmayıp yaratıcı anadır, toplumun yaratıcı direği, kutbudur; Yar-atan'dır.
İşte bu kritik nokta Osmanlı ile aradaki zıtlığın birinci noktasıdır. Bildiğiniz gibi, İslamiyette şehadet getirmenin üç unsuru vardır; lā ʾilāhe ʾillā-llāh, Muhammadun rasūlu-llāh - Tanıklık ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine tanıklık ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir. Buradaki ''la'' eki olumsuzlama eki olup ''ilahe yoktur'' anlamında kullanılmıştır; Kızılbaşlıktaki bakış açısı ise ''ilahe'' yani ana tanrıça - yaratan'' baş tacıdır. ''İllallah'' sözcüğü de Türk toplumunda ''yaka silkmek'' anlamında ''illallah dedirttin'' şeklinde kullanılır.
Peki kültürdeki bu Kız'ın kutsallığı nereden kaynaklanmaktadır ?
Bu Kız'ın hem kendi kültürümüzde hem de diğer kültürlerde değişik adları bulunur. Umay-İsis-İnanna-İştar-Arinna-Kubaba-Kibele-Atena-Demeter-Ertemi-Artemis-Meryem ve diğerleri gibi.....''Al'' bu adlardan biridir. Hristiyan ve Musevi inançlarında Lilith olarak geçer. Yerel Anadolu inanışlarda kötücül bir ruh olarak karşımıza çıksa da Türk Mitolojisi takip edildiğinde ''Umay Ana'' figüründe olduğu gibi insanları, kadınları, ağaçları, bebekleri, doğayı ve yaratılışı gözeten yüksek bir tin-ruh olduğu anlaşılır.

Kıble, Kibele, Sibel de bu sözcükler arasındadır. Frig-İskit-Kimmer kadim Anadolu kültürlerindeki Ana Tanrıça adıdır. Kadim zamanlarda Anadolu Frig-İskit-Kimmer uygarlıklarının Ana Tanrıça tapınımlarını lirik müzik ve dans eşliğinde gerçekleştirdikleri bilinmektedir.

Anaerkil Ana Tanrıça inancı ve bu olgu ile ilgili kültür ve yaşam biçimleri Anadolu'muzun 9/11.000 yıl öncesine kadar giden Nevali Çori (Şanlı Urfa), Çayönü (Diyarbakır), Cafer Höyük (Malatya) ve Çatal Höyük-Boncuklu Höyük (Konya) gibi bir çok neolitik çağ kültürlerinde kendini gösterir ve kendilerinden sonraki Sümer, Mısır, Akad, Babil, Hatti-Hitit, Hurri, Girit, Lidya, Likya, Fenike, Urartu, Roma, Mora Yarımadası (Helenistik) kültürlere etki etmiştir. Önce de gördüğümüz gibi Arap yarımadasında karşımıza Hübel-Kıble olarak çıkar. Kadim Türk Mitolojisinde ise Umay Ana olarak yer almıştır.
Anadolu saz şair ve ozanlarının dilinde en yaygın kullanılan adı ise ''Yar'' dır. 15,16 ve 17. yüzyıl şairlerinde buna daha sık rastlanır.

Aslı Paris Louvre müzesinde olan Uygur Türkçesi ile yazılmış Oğuz Destanı'nda Oğuz olağanüstü özelliklere sahip bir gençtir. Delikanlılık çağına geldiğinde bir gün Tanrı'ya yakarmak için ormanda sessiz bir yere gider. Yakarışını yaparken ortalık birden bire kararır; gökten güneş ve aydan daha parlak bir ''yaruk'' (eski Türçe ışık) iner. Yar-uk'un içinde kutsal bir kız bulunmaktadır.

Bu kız o kadar kutlu ve güzeldir ki destanda onun gülüşü ve hüznünden bütün gökler etkilenmektedir. O Göklerin Kızıdır. Destanda kızın alnında Türk Kültüründe Altın Kazık, Demir Kazık olarak geçen Kutup Yıldızı'nı simgeleyen bir mengi (işaret) görülmektedir. Yine destandan anlaşılmaktadır ki bu kız Oğuz Kağan'a fizik ötesinden fizik ortama dönüşecek şekilde gelmektedir ve Türk-Oğuz toplumunun anası-enesi-aması (Altay Türkçesi) olmaktadır.
Bu kız Oğuz ile evlenir ve ona 3 çocuk verir. Üçünün de adı göklerden gelir.
İlki Günhan anasının yüz akıdır. Ardılları ''Ak'' ile yani ''Beyaz'' renklerle tanımlanır. Örneğin Akhunlar (Eftalitler 440-567) beyaz bayraklı olup Günhan'ın soyundan gelirler. Günhan Oğuzların Ak-İl yöneticisidir yanı aklı (düşünce ve erdemi) temsil eder.
Akı-Aki-Ahi ekleri eski Anadolu kültüründe akıl-erdem sahibi insanları ve onların mesleki örgütlenmelerini de tanımlamakta olup (birlik-kardeşlik) anlamında da kullanılır. Bu sözcük ile ilgili Türk lehçelerinden birkaç örnek verelim; Akı (Kardeş - Derleme Sözlüğü); Akı (Kardeş - Tuva Türkçesi); Aha (Kardeş - Çuvaş Türkçesi); Ahu (Kardeş - Sümer dili); Uka (Kardeş - Uygur Türkçesi) ; Aga (Büyük Kardeş - Anadolu)....
İkinci oğulun adı Ayhan'dır. Kam-Şaman-Baksı-Ozan özelliği taşır. Anadolu'da onun yerleşkesi Amasya'dır. Yaş-il Irmağı'nın (Yeşil Irmak) kıyısında oturmuştur. Yaş-İli'nin başıdır; rengi ise Orta Asya Türk lehçelerinde ''Yaşıl'' olarak söylenen Anadolu Türkçesi'nde kullandığımız ''Yeşil'' rengidir. Orta Asya Kazakistan Yesevi inancı ise bu kola ait İslam ile harmanlanmış kam-şaman özellikleri taşıyan bir inanç olup Arap sünni islam anlayışı içermez. Yesevi okulunu Anadolu'da devam ettiren ise Horasan erenleri ile birlikte Baba İlyas olup Anadolu Selçuklu'ya karşı başlatılan Oğuz-Türkmen isyanının (Babai İsyanları-1240) önderlerindendir.
Üçüncü oğulun adı yine göklerden olup Yıldızhan'dır. Türk Töresi' ne göre küçük oğul ana evinin sahibidir, ananın varisidir; büyük oğul baba varisidir. Ananın alnındaki yıldız simgesi küçük oğulun bedenine de geçecek, Türk Töresi'ne göre kutupluk ve töre başı görevleri onun olacaktır. Rengi ''Al'' yani ''Kızıl-Kırmızı'' dır. Yaratıcı ananın rengi al ya da kızıl renktir. Günümüzde de askerlik ve savaş durumlarında al ve kızıl renk kullanılır. Askerlikte sancak rengi Kızıl Tok Sancak olarak adlandırılır. Gelin duvakları da, bayrağımız da al rengi ile ifade edilir, kırımızı sözcüğü kullanılmaz.
Bunların 4'er oğulları Türk toplumunun beylerini oluştururlar. Yani 12 Bey vardır; bunlar toplumun toprak yönetimi, iç-dış ilişkilerin sağlanması, paylaşım, yeni toprak kazanılması gibi sorumlulukları yönetirler. Her beylik atası olan hanın bayrak rengi (ak-yeşil-al) ile tanınır.
Tekrar Türk Töresi' nde gökten bir yaruk (ışık) içinde inen kutsal kıza dönelim ve alnında bir yıldız mengisi olduğunu anımsayalım. Bu yıldız şekli bugün bayrağımızda kullandığımız yıldız şekli olup çok düzgün bir beş köşeli yıldız simgesidir. Peki hemen hemen tüm dünyada kullanılmakta olan bu simge hangi zamanlardan bu yana gelmektedir ? Bu yıldız simgesi Türk kültürü ile birlikte çeşitli kültürlerde 6 ve 8 uçlu olarak ta görülmektedir.
Bu soruya yanıt aramaya geçmeden önce Türk kültüründe Pir Sultan Abdal'ın 1500'lü yıllarda yazmış olduğu şu dizelerde yaratıcı anaya ve kutup yıldızına nasıl atıfta bulunduğuna bakalım :
benim uzun boylu selvi çınarım
yüreğime bir od düştü yanarım
kıblem sensin yüzüm sana dönerim
mihrabımdır kaşlarının arası
Bir başka dizede ise şöyle der :
pir sultan abdalım aşıp giderim
kaynamış yüreğim taşıp giderim
bir yıldız peşine düşüp giderim....diyerek inancının kutbunu ve neyin ardına düştüğünü anlatır.

13. yüzyıl ortalarında yapılan Nevşehir Hacı Bektaş Türbesi çıkışında hemen sol tarafta bulunan Kızılca Halvet çilehane hücresinin hemen üzerinde beş köşeli yıldızın kazınmış olduğunu görmek mümkündür. Burası velilerin, töre görevlilerinin 12 günlük inzivaya çekildikleri hücredir. Yıldız simgesi oraya girenin onun (yaratanın) inancı ile dolu olduğunu anlatmak içindir.

Pir Evi'nin üçgen alınlıklı üç kemerli ön yüzünde üçgen alınlığın altında mavi renkle bezenmiş üç simge bulunur; Güneş-Çarkı Felek ya da kadim Türk kültüründe (Oz Tamgası) sonsuz döngüyü, Yaratanı, yaratılışı simgeler; ortadaki Gül sevgidir; Yeni Ay ise yeni başlangıçları anlatır (Türk kültüründen İslam'a geçmiştir). Bunlar kadim Türk mitolojisi ve inanç sisteminin (Antik Türk Kültürü'nün) üç önemli simgesidir. Erzincan, Refahiye (Koçgiri) Gümüşakar Köyü mezarlarındaki simgelerle de birebir örtüşür.

Ayrıca Göbeklitepe dikilitaşları üzerindeki Turna Kuşu ve Anadolu geleneksel kıyafet ve halı, kilimleri üzerindeki motif ve tamgalar (H-Kapı; baş; Ed-Yaratılış), Hayat Ağacı ve çiçek motifleri kültürümüzdeki gelenek ve kamlık-şamanlık olgularının ne kadar kadim zamanlardan bu yana oluştuğu hakkında açık kanıtlar oluşturur.
Kadim Türk inanç sisteminde Hayat Ağacı'nın kökleri yer altı dünyasındadır. Gövdesi yaşadığımız orta dünyada, dalları ise gökte Tanrı (Tengri) katına kadar uzanır. Kamlar-Şamanlar-Erenler simgesel anlamda bu dallara tırmanarak Tanrının kapısına (Kutup Yıldızı'na) varırlar.
Türk sözcüğü de, Türk dilindeki ince sesli sözcüklerin yine ince sesli ek alma kuralına göre oluşmuş bir sözcüktür. Tür-ük; Tör-ük,.... biçiminde...
İttihat ve Terakki Cemiyeti Anadolu'yu keşfetmek, sosyal, inanç ve yaşayış tarzları üzerine bir rapor oluşturmak üzere Baha Sait Beyi (1882-1939) Anadolu'ya gönderir. Kendisi bulgularını bir rapor ile cemiyete sunar. Kendisinin Türkiye'de Alevı̂- Bektaşı̂, Ahi ve Nusayrı̂ zümreleri: İttihat ve Terakkı̂'nin yaptırdığı "Anadolu'da gizli mabetler" konulu kitap ve araştırmaları bulunmaktadır. Bu raporda ''Tör'' yerinden söz etmektedir. Tör sözcüğü için Anadolu halklarından elde edilen bilgiler ise şöyledir...Türk Töresine göre Ocağa (Ocak Kültü) arkamızı verdiğimizde sağ yan Tör'dür. Yani burası Hatun makamıdır.
Ebu'l Gazi Bahadır Han da (1603-1664) Tör açıklaması için ''Türkmenlerin Seceresi'' isimli eserinde ''altın otağın şeref yerinde Günhan otururdu...'' der. Aynı eserin bir başka bölümünde de Tör için ''han otağındaki şeref yeri'' ifadesini kullanır. Dilimizdeki Tören sözcüğü de bu kökten gelir. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı makamının bulunduğu törenlerde hazırolda ve baş sağ tarafa döndürülerek makam selamlanır.
Kızılbaş kültürünün iç içe geçmiş iki yönetim biçimi olduğunu görmekteyiz. İlkinde babadan oğula geçen üç hanlar ve onların 4 oğulları şeklindeki irsi yönetim olgusu görülür. Töre disiplini altında toprak paylaşımından ziyade farklı görevler üstlenerek aralarında işbirliği yaparak çalışırlar. Toprak yönetimi, askerlik, dış unsurlarla ilişkiler gibi yönetsel faaliyetleri yerine getirdikleri görülür.
Halkın, ulusun yönetim biçimine baktığımızda ise ülkenin 40 ya da 80 yöresinden seçilmiş olanlardan oluşan ''40'lar Meclisi'' vardır. Kurultayda, toyda hanlar, beyler ve Halk meclisi bir araya gelmektedir. Bu kurultaylar bir anlamda ant-antlaşma toylarıdır. Bir araya geldiklerinde bir ast/üst düzeni (hiyerarşi) söz konusudur; oturma düzeni, görev yerleri, orun-ülüş payları dahi buna göre ayarlanır. Yemekler yenir ve çok eski bir Türk geleneği olan ant kadehi içinde bir içki sunulur. Buna ant içmek denir, kadehler kaldırılarak ant içilir; herkes verdiği söze, alınan kararlara sonuna kadar bağlı olacaktır.
Kadim gelenekte Kurultaylar öncesi Oğuz Kağan yarlıklar gönderir. Yani etimolojik olarak Yar adına yapılan çağrı-davetlerdir bunlar; sonraki dönemlerde ferman denmiştir. Halk temsilcileri toplanır ve birbirlerine danışıp otururlar; yani kendi ast/üst düzenleri doğrultusunda belirlenen yerlerine göre otururlar. Oğuz Kağan büyük ordugahın sağ ve sol yanlarına 40 kulaç ağaç (ağaçtan yapılmış sıra) yapar. Sağ tarafına bir altın kavuk, ayak ucuna bir ak koyun; sol tarafa ise gümüş bir kavuk, ayak ucuna ise bir kara koyun bağlar. Sağ tarafa Bozoklar sol tarafa ise Üçoklar oturur.
Oğuz Kağan'ın göksel eşinin yanı sıra bir de yeryüzü eşi vardır. Yeryüzü eşinden olan çocuklarına ise yersel adlar verilmiştir. Anaları dünyevi olduğu için adları da gök, dağ ve deniz unsurlarından oluşur. Üçoklardaki 3 han, 12 bey ve seçilmiş 40'lar Oğuz'un solunda yer alırlar ve Bozoklara yani ağabeylerine (agalarına, ekelerine) bağlı konumları ortaya çıkar. Üçoklara aynı zamanda ''Yörük'' denir. Türk toplumunun konar-göçer, göçmen Yörük unsurudur.

Anadolu'da Oğuzların Yörük takımının Kızılırmak yayının batısında konuşlanmış oldukları görülür. Yayın iç tarafı Bozok Yaylası'dır; batı tarafı olan dış kısım ise Üçokların yerleşim yerlerinden oluşur. Denizhan Toroslarda, Dağhan Orta Anadolu'da, Gökhan'ın ardılları ise Kastamonu ve civarında yerlerini almışlardır.
Oturma düzeni sağlandıktan sonra kesilen kurbanların ülüş payları dağıtılmaktadır. Kurbanın dağıtılan çeşitli bölgeleri belli bir takım görev ve sorumluluklar gözetilerek dağıtılır. Orun payı denen bu paylardan üç lokma alınıp ant kadehlerinden bir yudum içildikten sonra herkes kendisine düşen töresel görev ve sorumluluğu yerine getireceğine dair ant içmiş olur. Ant içen bu 80 veli ant töreni bittikten sonra, Kutup huzurunda icra edilecek 40'lar Cem'ine katılacaklardır. Buradaki 40'lar Cem'i topluma karşı çok önemli sorumlulukları kapsayan görevleri içermektedir. Cem 40 gün sürecektir.
40'lar Cem'i Sivas'ın Zara ilçesinin çok yakınında yapılacaktır. Yukarı Özler'e giderken Ütük Çayı karşınıza çıkar; Ütük adı Türk kültürünün ana merkezlerinden biri olan günümüz Moğolistan'ındaki Ötüken bölgesi ile aynıdır; bu birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki yer ismi benzerliklerine verilecek örnekler oldukça fazladır ve kadim dil ve kültürümüzün coğrafyaya yansıması olarak karşımıza çıkar; Ütük Çayı'nın bir başka adı ise Abaş Çayı'dır. Abaş Çayı'nın 40 km kadar ilerisinde Özen Çayı'nın bulunduğu yerlere Yukarı Öz toprakları (Yukarı Özler) denir; buradaki ''Öz'' sözcüğü ''ruh-tin'' anlamındadır. Burada 80 Ören adlı bir yer bulunur. 80 Ören adı verilen bu yerde Kutup huzurunda Cem gerçekleştirilir.

Burası Sivas-Erzincan arasında bulunan ve kutsal sayılan Kızıl Dağı ve Yıldız Dağı'nın ortasında bir bölgedir. Pir Sultan Abdal'ın aşağıdaki şiiri ise Yıldız Dağı'nın kutsallığını lirik biçimde anlatmaktadır :
NİÇİN GİTMEZ YILDIZ DAĞI DUMANIN
Gelmiş iken bir habercik sorayım
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın
Gerçek erenlere yüzler süreyim
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın
Alçağında al kırmızı taşın var
Yükseğinde turnaların sesi var
Ben de bilmem ne talihsiz başın var
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın
Benim Şah'ım al kırmızı bürünür
Dost yüzün görmeyen düşman bilinir
Yücesinden Şah'ın ili görünür
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın
El ettiler turnalar kazlara
Dağlar yeşillendi döndü yazlara
Çiğdemler taşınsın söylen kızlara
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın
Şah'ın bahçesinde gonca gül biter
Anda garip garip bülbüller öter
Bunda ayrılık var ölümden beter
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın
Ben de bildim şu dağların şahısın
Gerçek erenlerin nazargâhısın
Abdal Pir Sultan'ın seyrangâhısın
Niçin gitmez Yıldız dağı dumanın.
Türk Töresi' nin yüksek kutsallıklarında Yukarı Özler adlı bölgenin çok önemli bir yeri vardır. Burada 40 gün boyunca Cem yapılacaktır. Bugün Anadolu Alevi Cemleri Perşembe akşamları yapılır ve Cuma sabahına kadar sürer ; Perşembe günleri meşrep günüdür... Peki Yukarı Özler Cemi neden 40 gün sürmektedir ? Bu Cemde ülkenin 40 yerinden gelen 40 seçilmiş Eren, toy-meclis-kurul temsilcisi vardır. Her biri için toyda 1 gün verilmiştir. Her temsilci bölgesi ile ilgili çözüm bekleyen konuları buraya getirir, çözümler ise toyca (meclisçe) kararlaştırılır yani toyun onayından geçer. Bu kurul halkın bütününü temsil eden en yüksek kuruldur; beylerin de üstündedir. Halkın içinden gelen ve halkın içine gidecek olan onlardır.
İnsan topluluklarının ortaya çıkması ile birlikte toplumun organize ve adil olarak yönetilme ihtiyacının oluştuğu eski zamanlardan kalan en ilk (arkaik) yönetim biçimlerinin Törük-Türük-Türk toplumlarında kabul görüp yaşatılmış örneğini burada görmekteyiz.

Kültürdeki bu Cemlerin en önemli başlangıç noktası herkesin birbirine rızalık vermesi, yani kimsenin kimse ile dargın olmaması, içinde bir şüphe taşımaması, olumsuzluk barındırmaması şeklindedir. Böyle bir durum olduğu takdirde ilgili kişi Dede'ye gider ve içindeki kuruntuyu paylaşır. Dede ilgilileri dara çeker, barışıklık sağlanır ve toplumsal huzur böylece oluşturulur. Yani burası adalet ve toplumsal barışın sağlandığı bir yerdir. Kutup adına, toplum adına görülecek olan adaklar, evlenenler burada kutsanacak, Atalar burada yad edilecektir. Yer ve Gök Tanrı'ya algış (şükran) sunulacaktır. Atalar Kültünden gelen Ataların yad edilmesi (ülke büyüklerinin başına gelen sıkıntılı olaylar, kahramanlıkların unutulmamak üzere hatırlanması, Cemlere taşınması) çok önemlidir; onların edimleri saz-kopuz eşliğinde anlatılıp söylenir. Bu sayede geçmiş olaylar ve tarih belleklerde canlı tutulur, öz kültür ve öz Atalardan uzaklaşma, farklı kültürlerin etkisine girme böylece önlenmiş olur.
Geçmişini ve tarihini bilmeyen toplumlar zamanla öz kültürlerine yabancılaşır ve geleceklerini sağlam temeller üzerine oturtamazlar.
Alevi-Bektaşi inançlarında ise Atalardan ziyade, Kerbela ağıtları yakılıp 12 İmamların yüceltilmekte olduğunu görmekteyiz. Aradaki temel farklardan biri budur.

İbadet, yakarış uygulaması ise semah olarak karşımıza çıkar. Semah, kadınlı erkekli bedenlerinden arınmış canlar, tinler grubunun yaratılıştan ötürü Yer ve Gök Tanrı'ya algış (şükran) sunmasıdır. Temel düşünce bugün tarih belgelerimizde Göktürk olarak bildiğimiz Ökük Türük ya da Türk Devleti döneminin Orhun Yazıtlarında (MS 732) ortaya çıkar ve çok daha kadim zamanlara uzanan Gök Tanrı inancının bir yansımasıdır.
''Üze kök tengri asra yağız yir kılındukda iki ara kişi oglı kılınmış.'' şeklinde anlam bulur; burada ''kılınmak'' sözcüğü ''yaratılmak'' anlamında kullanılmıştır. Algış ya da şükran bu kılınma-yaratılma içindir. İslami inanca geçtikten sonra Türkler namaz kılarken yine bu kadim inançlarını gerçekleştirirler aslında.
Hace (Ocaklı) Bektaş bir deyişinde şöyle ifade eder : ''Haşaki bizim Semahımız oyuncak değildir. O bir aşk halidir. Salıncak değildir. Her kim ki semahı bir oyun sayar onun namazı kılınır değildir.''
Osmanlı tarihçisi ve Vefai dervişi Aşık Paşaoğlu (Amasya 1400-İstanbul 1484) Baba İlyas'ın torunu olur ve şöyle der : ''Çerh-ü semah gece gündüz durmadan dönen akl-ı kül'ün ördüğü çerhtir.''

Çark-ı Felek, Oz Tamgası ile ilgili olduğu düşünülür. Böylece semahın gökyüzündeki akl-ı kül'ün dönüşünün yeryüzündeki insanlığa yansıması olduğuna inanılmıştır. Oz tamgası yani Çark-ı Felek kadim Türk kültürünün farklı zaman ve coğrafyalarında sıklıkla gördüğümüz bir kültür simgesidir. Yukarıdaki resimde Kırgızistan Saymalıtaş bölgesindeki yaklaşık15.000 yıllık bir kaya resmi ve Türk kilimi üzerindeki Oz ve Tengri tamgaları görülmektedir.
Tarihsel süreçte Çin tarihçi ve günlükçüleri de bunlara tanık olduklarını şöyle anlatmaktadırlar :
''Güzde daldan düşüp titreyen yaprak gibi kış rüzgarına tutulup döndüler. Sanki gökkuşağı gibi hafif bir kumaş idiler. Gökyüzünde fırtınalı bir rüzgar gibi döndüler.''
''Döne döne semah eden yabancı kızlar. Gönlünüz sanki bir saz, elleriniz sanki bir tef. Sazlar ve tefler çalınca kollarınızı açtınız. Döne döne durmadan dönerek kar fırtınası gibi tek ayak üstünde sağa ve sola hiç durmadan bin kere döndünüz, on bin kere döndünüz.''
40'lar Ceminin 40. günü sonunda katılanların velilik alameti olarak başlarına sarıklar sarılır, hırkaları giydirilir, ellerine asaları verilir ve geldikleri yerlere görevleri başına gönderilirler. Veliler gittikleri zaman bölgelerindeki il evlerini kuracaklardır. Veli ve il ev'i sözcükleri düz ve ters şekilde okunduklarında birbirlerine dönüşecek şekilde kurgulanmıştır. Böylelikle Veli il evinden kopuk değil bütünleşmiş olmaktadır. İl evlerine zaviye de denmektedir. Bu zaviyeler geniş arazileri kapsar, konaklama yerleri, aşhaneler, çamaşırhaneler, ahırlar, bağ ve bahçeler, üretim yerleri içeren büyük yapılardır. Bunlar genellikle halkın bağışları ve velilerin talebi üzerine beylerin toprak tahsisleri ile yapılır. Amaç halkın refahını sağlamak, adil bir paylaşım ortamı oluşturmak, muhtaç ve yoksullara yardım etmek, mücadele gerektiren durumlarda halkı coşa getirmek, vb. işlevlerle Kutba, Yaratan'a ve doğaya uygun toplumsal dayanışma ortamını sağlamaktır.
Türk dilindeki ''Namaz'' sözcüğü Arapça ezanda bulunmaz. Müezzin bunun için Arapça ''taeal 'iilaa alsala'' der. Görüldüğü gibi ''Namaz'' sözcüğü geçmez. Türk halkı ise ''Namaza gidiyorum'' diye ifade eder. Türk halkının sözcük dağarcığında ''Namaz'' diye bir sözcük vardır. Bu Arap ibadetinin dışında ''Zaman'' ile ilgili bir sözcüktür. Ters okunduğunda ''Namaz'' halini alır.
Eski Türk kültüründe şafak vakti güneşin doğuşunu selamlayarak yapılan bir yakarış (ibadet) biçimidir. Türk yönetici, kağanı bunu toplumu adına yapar, çünkü yaratanın simgesi olan güneşten kut alarak ''halkı için'' yönetici-kağan olmuştur. Türklerin yoğun izler bıraktığı Hint kültüründe ''Güneşi selamlama'' seremonisine ''Surya namaskar'' denir. Hint-Sanskrit dillerinde ''Namaskar'' ya da ''Namaste'' olarak geçen sözcüklerin ''Namaz'' sözcüğümüz ile ilgisi önemlidir.

Saha-Yakut Türkleri 21 Haziran'da Isıyah Bayramı'nı kutlarlar. Bayramın adından da anlaşıldığı gibi ''ısı'' yani güneş ile ilgilidir. Yaz bayramı olarak kutlanır. Ateş kültünün yeniden doğuş inancı ile bağlantılı olarak ateşler yakılır, güneşin doğumu ve batımı algışlanır (selamlanır). Yakut geleneksel kadın giysilerinde takı olarak kullanılan alınlıklar aynı diğer Türk coğrafyaları ve Anadolu'daki geleneksel giysi ve takılarla birebir örtüşür. Alınlık takıları Yaratan'ı, Güneşi, Kutup Yıldızı'nı simgeler. Eski Türk inanç sisteminde cennet ve cehenneme gitme yoktur; Kutup Yıldızı Yaratan'ı simgeler, yaradılışın kapısıdır; kişiler ölüm sonrası Ana kucağına kavuşurlar.
Özetleyecek olursak; Kızılbaşlık, merkezinde yaratıcı Ana-Yar olan ya da Kız-Ana olan ve bu inançla kurulmuş bir il, devlet yapılanmasıdır, bir kültürdür. Oluşumu görüldüğü gibi çok öte coğrafyalara, kadim zamanlara kadar uzanır. Kültürde Oğuz'un torunları İlin askeri yapılanması, toprak kazanımı, yönetim ve dış ilişkilerini yönetirler.
Gördüğümüz gibi bir de 40'lar denilen Üçok ve Bozok'tan seçilerek gelen Halk Meclisi vardır. Halkın adalet, hukuk, inanç ve iletişim görevlerini yerine getirirler; seferlerde beylerin ve erlerin moral desteğini sağlarlar. Böylelikle Oğuz İl düzeninin beyler ve halk seçilmişlerinden oluşmuş katılımcı, yarışmacı-rekabetçi, ikili yapısı ortaya çıkar. Rekabetçi diyorum çünkü adil bir rekabet olmadan toplumda gelişme olmaz. Halk seçilmişleri bir bakıma denge-denetim sürecini de yürütmüş olur. Bu bağlamda antik tarihte batılı-taraflı tarih anlayışı ile ''Yunan'' ya da ''Roma'' ya mal edilmeye çalışılan meclis ve senato uygulamalarının kaynağının kadim-Antik Türk Kültürü (kurultay, toy, kengeş...) olduğu ortaya çıkar. Bütün bu ikili düzenin inanç merkezinin ise hepsinin başı sayılan, insanlık tarihinin anaerkil dönemlerinden gelen Kız-Ana Ocağı (Ocak Kültü) ya da Kız İlbaşı olduğunu görmekteyiz.
Alevi sözcüğü de aslında Kızlıbaşlığı ifade eden bir sözcüktür. Ancak 1500'lü ve 1600'lü yıllarda yapılan baskılarla Kızılbaş sözcüğü çok kirlendiği için Alevi sözcüğü kullanılmıştır. Çok kirletilen bir sözcüğü kimse üstüne almak istememiştir. Bektaşiliğin ise bir Osmanlı yapılandırması olduğunu görmekteyiz. Osmanlı tarafından kapıkulları için kurgulanmış bir inanç sistemidir ve buna bir köken vermek adına 1270'lerde uçmağa varan (vefat eden) Bektaş Veli'nin adı kullanılmış ve devlet desteği görmüştür.
Faruk Sümer'in tespitlerine göre 14 ve 15. yüzyıllara kadar Türklüğün olduğu Balkanlardan Harezm'e kadar uzanan her yerde saz-kopuz çalınır Oğuznameler söylenirdi. 16. ve 17. yüzyıllarda bunun yerini Köroğlu destanları almıştır ki bunlar da Oğuzname kökenlidir. 17. Yüzyıldan sonra ise bu destanların yerini Ahmediye ve Muhammediyeler almaktadır. Ahmediyeler Osmanlı döneminde Bektaşiler için basılmış olan Bektaşilik kitabıdır.
Bu dönemlerde Osmanlı'nın Anadolu halkı için açmış olduğu iki kapıyı yani iki seçeneği görüyoruz ; Birincisi Sünni İslam inancına giden yol, diğeri ise Yeniçeri ve kapıkullarının koruması altında olan Bektaşi ocaklarıdır.
Türk halkının bir bölümüne Bektaşi ocakları daha sıcak gelmiştir. 1827 Yılı ise bir Bektaşi katliamına sahne olmuştur. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatıp, Bektaşiliği yasaklayan II. Mahmut, çıkardığı 11 Ocak 1827 tarihli fermanla, “Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerinin türbe mahalleri hariç bütün binalarının yıktırılmasını; eşya, emlak ve diğer gelirlerine el konulmasını” emreder.
Birçok Bektaşi tekkesi camiye dönüştürülerek Nakşibendi tarikatına mensup şeyhlerin idaresine bırakılır. Konuyu daha iyi anlayabilmek için Osmanlı sınırları içerisindeki Alevi Bektaşi dergâhlarının sayılarını vermekte yarar var. Anadolu: 275 dergâh, İstanbul: 23 dergâh, Trakya: 41 dergâh, Arnavutluk: 67 dergâh, Bulgaristan: 28 dergâh, Girit: 7 dergâh, Kıbrıs: 8 dergâh, Mısır: 6 dergâh, Suriye: 19 dergâh, Yugoslavya: 27 dergâh, Yunanistan: 52 dergâh, Macaristan: 1 dergâh.
Bu süreçlerin başlarından bu yana Yeniçeri-Kapıkulu-Bektaşi inancıyla Sünni İslam inancı mensupları arasında bir rekabet, bir anlaşmazlık ve sürtüşme olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla bu iki inanç sisteminin devlet tarafından birbirinin içine kaynatılmaya çalışıldığı da görülmektedir.
Kızılbaşlığa baktığımızda ise ilk olarak 1526-1527 tarihlerinde meydana gelen Osmanlı - Türk Ulusu (Türk-Türkmen) savaşlarını incelememiz gerekir.
Savaşın bittiği yer biraz önce bahsi geçen Sivas-Erzincan arası Yukarı Özler bölgesidir. Bölgedeki geniş ovanın altına ''su kuyuları'' derler. Sonraki araştırmalarda bu su kuyularının tamamının toplu mezarlar olduğu anlaşılmıştır.
Su eski Türkçe er-asker demektir. 1527 Haziran'ında o bölgelerde çok büyük katliamlar olmuştur. Kızılbaş ataları yok edilmişler ve Ana Ocağı tahrip edilmiştir. Sonraki süreçte Anadolu Kızılbaş Türk halkı başsız, yönetimsiz ve ilsiz kalmıştır. Kim tuttuysa oraya buraya götürmüştür. Şah İsmail'in İran'dan gelen daileri (Şii) bir tarafa, Bektaşi dedeleri öbür tarafa, diğerleri de başka (Sünni) taraflara çekmeye başlamışlardır.
Türk halkını günümüzde bekleyen tehlike de benzer bir tehlikedir. Başsız kalır ve köklerinizden, kök kültürünüzden uzaklaşırsanız herkes sizi bir yerlere çekmeye çalışır ve sonunda çeker. Tarihimizin ve kök kültürümüzün detaylarını, inceliklerini bilmek zorundayız. Aksi takdirde asimile olmak ve bölünmek kaçınılmaz olur.
Türk tarihi Osmanlı ve Selçuklu tarihinden ibaret değildir. Osmanlı ve Selçuklunun kökü nedir ? Türk'tür !

Selçuk bey kimdir, başına neler gelmiştir ? Neden dara çekilip toplum dışına itilmiştir, aforoz edilmiş, düşkün yani töre yolundan düşmüş ilan edilmiştir ? Sonrasında Cend' e giderek Hazar Museviliğinden İslam'a geçme kararı almıştır...Cend o dönemde Oğuzlar'a (Oğuz Yabgu Devleti'ne) vergi veren bir bölgedir....Türk tarihi diye güncel okutulanlar bunları yazmaz ! O halde Kadim Türk tarihi ve kültürünü derinlemesine öğrenmek ve bilmek bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık görevidir diyebiliriz.
Çalışmamızın önceki bölümlerinde Türk dil ve kültürünün birbirinden binlerce, on binlerce km uzaklıkta olan bölgelerindeki yer ismi benzerliklerine dikkat çekmiştik. Sorbonne Üniversitesi İslam kürsüsü profesörlerinden Claude Cahen eserlerinden birinde ; '' Haçlı Seferleri sırasında Barbaros'un yanındaki yazar ve günlükçüleri İzmir-Hatay coğrafyası arasındaki göç ve yürüyüş yolu bölgelerinden geçerken sanki o eski isimlerin hiç biri kalmamış gibi bütün dağ ve tepeleri Türkçe adlarıyla yazmışlardır...'' diye ifade eder.
Anadolu ismi ile ilgili olarak ta bir çok çarpıtılmış iddia ya da mesnetsiz söylem ortalıkta dolaşmaktadır. Bunlardan biri de Anadolu, Anatolia adının Grekçe (yunanca) köklü olduğu ile ilgilidir. Oysa ki Anadolu ya da Anatolia sözcüklerinin kökü hiç şüphe götürmeyecek biçimde Ana kökünden gelir. Bu da kadim kültürümüzün bütün diğer kültürlere de etki etmiş anaerkil dönemlerinin bir yansımasıdır.

Bunun dışında Türk kültürünün ve Anadolu adının kökenlerinden biri de Anau (Anav) Uygarlığıdır. Yeri gelmişken bu önemli uygarlık beşiğinden kısaca bahsedelim. Amerikalı jeolog ve bilim insanı Raphael Pumpelly (1837-1923) bugünkü Türkmenistan sınırları içindeki Aşkabat’ın güneydoğusunda yer alan Anau bölgesinde 60 yıllık bir çalışma yapmıştır. Pumpelly’nin Anau’daki çalışması onun bütün hayatını kapsar. Yaptığı bu çalışmayı ”Explorations in Türkestan” adlı eserinde 1904 yılında yayınlamıştır. ”Türkistan’ın Aşkabat civarındaki Anau bölgesinde ve Anau kazılarında Pumpelly’e eşlik eden E.Huntington’un da Taklamakan Çölü'nün doğu ve güney kısımlarında yaptıkları araştırmalar bu sahaların tarihöncesi (prehistorik) devirlerde güçlü ve ilerlemiş bir uygarlık alanı olduğunu ispat etmiştir.
Anau Uygarlık döneminin Mezopotamya uygarlıkları olan Sümer ve Elam dönemlerini de etki alanı içine alacak şekilde aşağıdaki gibi oluştuğu anlaşılmıştır :
Anau 1 - MÖ 9000-6000
Anau 2 - MÖ 6000-5200
Anau 3 - MÖ 5200-2200
Anau 4 - MÖ 2200-MS 150
Anau 5 - MS 370-1850
''40'lara karışmak'' deyimindeki 40'ların seçilmiş insanlar, halk temsilcileri olduklarından bahsetmiştik. Seçilmiş olmanın yanında Hace (Ocaklı, Yol gösterici) Bektaş Türbesi'nin yanında gördüğümüz üzerinde yıldız olan hücre benzeri yerlerde her yıl 12 gün boyunca yalnız, kendi benlikleri ile baş başa, tefekkür halinde, çok az yemek ve su verilerek kalırlar.
Alevi-Bektaşiliğin kökü Türk (Türük) Kızılbaş Kültürü'nün en önemli öğesi ''ben''i yani ''ego''yu öldürmektir. Bencilliği öldürmektir. Bu ise Kardeşlik ve Eşitlik kültürünün olmazsa olmazıdır. Benin ya da Egonun hakim olduğu günümüz toplumlarının hali ortadadır.
Kültürdeki seçilmiş velilerin hiçbirinin adı yoktur, bilinmez. Örneğin Ege Bölgesi Aydın ilinin Çine ilçesinde Madran Baba vardır. Bir kişi midir ? Hayır. Görevini tamamladıktan sonra yerine yeni gelenle birlikte yaşatılan bir kültün adıdır; aynı İstanbul'daki Yuşa Baba ve niceleri gibi...Bunlar katılımcı kadim Türk Kültürü'nün birbiri ardına halk tarafından seçilen halk temsilcileri ve temsil makamlarının adlarıdır.
Çatal Höyük (Çumra-Konya) Duvar Resmi - Turna Kuşları ve Kız-Ana

Çatal Höyükte bulunan yaklaşık 9000 yıllık duvar resimlerinden biri oldukça ilgi çekicidir. Bu resimlerde büyük kuşlar (Turna Kuşları) ve kafası olmayan ''T'' biçimli insan figürleri resmedilmiştir.
Anadolu Lidya-Likya efsanelerinde geçen Hera Herkül'e 12 görev verir. 12 Görevden biri de insan kafalarına dadanan kuşları yok etmektir. Bir yandan efsanenin eskiliği diğer yandan ise ölüm sonrası kuşların insan ruhlarını öte aleme ulaştırması simgeleştirilmektedir.


Aynı simgeleştirme arkaik bronz çağı (MÖ 3300-1200) Kıbrıs Adası kültürlerinin arkeolojik buluntularında da kendini gösterir. Turna Kuşları, Oz Tamgası, Çarkı Felek ve Ok sembolleri insan tininin (okun, ruhunun) öte aleme göçünü yani ateş ile ozlaşmasını ve Yaratan'a kavuşmasını betimlemektedir.
Turnalar eski Türk kültürünün en kutsal varlıklarındandır. Allı ve telli turna kuşları halk şair ve ozanlarımızın şiir, ağıt ve türkülerine kadar girmiştir. Uzak diyarlardan (Uzakdoğu Japonya'dan...) Anadolu'ya kadar sıla ve gurbet ile özdeş olup yolu gözlenen, haber getiren ve tin taşıyan elçi durumundadır. İnanç kök ve benzerlikleri arkaik

Anadolu ve Kıbrıs kültürleri ile birlikte Eski Mısır (Hermes Toth-İdris Peygamber) inancına ve Göbekli Tepe'ye kadar uzanır. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültürlerimizde Erenlerin, Bektaş-ı Veli'nin, Yesevi'nin Turna donuna girebildiği (aynı Eski Mısır İdris Peygamber gibi) söylencelerde ve Pir Sultan'ın aşağıdaki dörtlüğünde yer bulmuştur;
Hazreti Şah’ın avazı,
Turna derler bir kuştadır.
Asası Nil Deryasında,
Hırkası bir derviştedir.

Cemlerin önemli bir unsuru olan semahlardaki hareketlerin her birinin ayrı ve özel bir anlamı bulunur. Turna Semahı ise, turnanın uçuşunu çağrıştırır. Turnaların gökyüzündeki hareketlerini yansıtan figürlerle semah dönen, döndükçe yükselen canlar (tinler) Hakla buluşurlar. Turna semahı, bu buluşmayı anlatır. Sesi Ali'ye ya da Erenlere benzetilen turna, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye göç ederken, Anadolu insanından selam götürür, uzaklardan da selam getirir. Pir Sultan'ın aşağıdaki dörtlüğü hasreti, özlemi dile getirmektedir :
Pir Sultan’ım eydür, vur gidiyi
Gelin kevser şarabından içelim
Ali’nin uğruna serden geçelim
Turnalar Ali’mi görmediniz mi?
Kızılbaş Alevilik kültüründeki ''Ali'' adı tarihi dördüncü halife Hz. Ali'den çok önce Anadolu'nun kadim gök, güneş, ocak, ateş kültleriyle, Alev sözcüğünün anlattığı özsel kut (ışık) ile bağdaşır. Osmanlı'nın merkezi (otokratik) İslamcı politikalarıyla bu inanç sistemi ve isimler baskılandı; ancak baskılar zamanla Cem evlerinin duvarlarını süsleyen Hazreti Ali portrelerinin doğmasına neden oldu. O portreler Aleviliğin kendine özgü kut-güneş-ateş simgesini taşır; soydan ziyade özü temsil eder.
Anadolu'daki Alevi nüfusun etnik anlamda Türkmenler, Araplar ve Kürtler diye üç gruptan oluştuğu tanımlaması doğru değildir. Doğrusu Kürtçe ve Arapça konuşan Alevi Türkmenler olacaktır. Aleviliğin-Alevilerin konuşma, inanç ve ibadet dili Türkçedir. Zamanla çeşitli neden ve baskılardan dolayı Kürtçe ve Arapça konuşmaya başlamış Türkmen aşiretleri vardır.
Toplumların kültür kökenini konuştukları dilden ziyade soy ve kültürel benzerlikleri belirler. Aşiret ve boy bağları incelediği zaman bu dilleri konuşan Türkmenlerin aynı soy ve kültürden geldikleri görülecektir.
Kürt Tarihçisi Şeref Han, Alevileri 'Kürt ' olarak kabul etmez. Tunceli (Dersim) beylerinin de 'Turani' kültürden olduklarını belirtir. Şeref Han, 1585 yılında yazmış olduğu Şerefname adlı yapıtında Karaköse, Muş, Palu, Elazığ, Malatya, Urfa ve Antep üzerinde çizilecek bir hattın güneyinde kalanların Kürt olduğunu, kuzey ve kuzeybatısında kalanlarında Türk Alevi olduklarını yazar.
Alevilerin kadim inanç kültürü, arı duru Türk Kızılbaş kültürüdür. Aleviler üzerinde yapılan sosyolojik çalışmaların birçoğu Alevi kültürünün en saf haldeki Türk kültürü olduğu noktasında birleşmiştir. Özellikle İslam öncesi Türk kültürü ile güçlü bağları olduğu tespit edilmiştir. Bu bağlamda Alevilik, kültür ile vahiy arasındaki ayrımı iyi korumuş ve diğer İslam milletlerine kendi kimliklerini koruyarak Müslüman kalmanın inceliğini sunmuş ve sunmaktadır.
Günümüz Türklerinin hızla bilmeden öz kimliğinden uzaklaşarak Araplaştığını ya da farklı kültürlere özenmekte olduğunu gördükçe; Alevilere ve evrensel kadim inanç sistemimizden kaynaklanan Aleviliğe ne kadar sahip çıkmak gerektiği ortadadır.
Anadolu'nun kadim miraslarından olan Çiçek Baba Eren Yürüyüşü her Ağustos ayının son Perşembe günü yapılır. Denizli'nin Beyağaç ilçesinde gerçekleştirilen Eren Günü asırlardır (yaklaşık 800 yıldır) yöre halkı tarafından gerçekleştirilen Yörük-Türkmen geleneğinin devamı niteliğinde. Eren Günü'nün bir gün öncesinde Sandıras Dağı'nın Çiçek Baba Zirvesi'ne çıkan halk şafakla beraber Eren Dede Türbesi'ni (Kurganını) ziyaret edip, etrafında 3 kez dönerek dualar okur ve dilekler tutar. Ardından kurbanlar kesilerek ziyafet verilir, paylaşılır. Bu kadim gelenekte, kurganı Eren Düzlüğü’nde bulunan Çiçek Baba’ya adanan kurbanların bölgeye bereket ve sağlık getireceğine inanılıyor. Eren Günü etkinliklerine Beyağaç'tan ve çevredeki Köyceğiz, Datça, Marmaris, Fethiye gibi ilçelerden katılım sağlanıyor. Eski Türk kültürünün Atalar, Dağ, Ateş, Ocak, gibi köklü kültlerinin, kurgan (ata mezarı), adak adama geleneğinin uygulandığı bir anma günüdür.

Sandıras Dağı'nın Çiçek Baba Zirvesi'ndeki kült alanı yaklaşık 30 Metre uzunluğunda 4 metre genişliğinde taşlarla çevrelenmiş bir anıt-türbe kurgan şeklindedir. Kurganın çevresinde dikilitaşlar ya da dikit taşları bulunur. Bu dikit taşları ise daha altta dizilmiş taşlarla birbirine bağlanmıştır. Dikit taşlar sayıldığında 12 sağda 12 solda olmak üzere konuşlandırılmıştır.
Doğuya doğru bakan konumda ve onun tam karşısında, karşılıklı olarak daha yüksekçe birer dikit taş bulunur. Bu yapılandırma biçimi 1200’lü yıllarda yapıldığı düşünülen Çiçek Baba kurganı ile 12.000 sene önceki Göbeklitepe dikilitaş alanlarını adeta birbirine bağlıyor. Eski Türk inancında 12 taş 12 yöneticidir; aşağıdaki taşlar ise onlara güç veren halkı temsil eder. Her iki kadim kült alanı da tapınım amacıyla oluşturulmuş benzer ritüellik inanç merkezlerinin toplanma alanı işlevi görmüş ve halen görmekte diyebiliriz.
Gerek bayrağımızdaki yeni ay ve beş uçlu yıldız gerekse biraz önce gördüğümüz arkaik buluntu, simge ve gelenekler bin yıllar boyunca Türk kültürünün yani kültürümüzün nasıl oluştuğunu, ne kadar eskilere dayandığını, diğer kültürlere nasıl etki ettiğini ve aslında insanlığın ve kültürlerin eski dönemlere gidildikçe birbirine yaklaştığını göstermesi bakımından çok önemlidir.
Ayrılıkların sonradan geldiğini, kültürlerin, dillerin ve inanç sistemlerinin çeşitli nedenlerle (dinsel ve siyasi) değişmesi sonucu insanların birbirlerinden uzaklaşmış olduklarını anlıyoruz. Aslı olmayan, yanlış bilgilerle öz kültürümüzden uzaklaştırılmış bir toplum olmaya başladık. Hem kültür ve öz değerler bakımından hem de yediveren vatanımızın doğal zenginlikleri bakımından fakirleştik, fakirleştirenlere inandık. Artık buna bir dur demek vakti geldi ve geçmekte...Bütün bunların amaçlı ve sistemli bir şekilde Atatürk'ten sonra yapıldığını unutmamamız ve önlemleri hızlıca almamız gerekiyor.
Karalamalar, itibarsızlaştırmalar ve karanlıkları bilgi ve bilimle aydınlatıp, bencillik, kibir ve egodan kurtularak Antik ve Evrensel Türk Kültürü'nün dünya kültürlerine etki eden, kut veren yapısının her birimizin çabalarıyla tekrar ortaya çıkması ve tüm farklılıklara rağmen dünya kültürlerinin ortak paydalarında buluşmaları dileğiyle...
Kaynaklar
Oğuzname - Umar Ö. Oflaz
Kızılbaşlık - Umar Ö. Oflaz
Anau'lu Anadolu - Umar Ö. Oflaz
Osmanlı'dan önce Anadolu - Sorbonne Üniversitesi İslam Kürsüsü Prof. Claude Cahen
Anau Uygarlığı - https://tarihvearkeoloji.blogspot.com/2015/07/anau.html
Explorations in Turkestan - https://kutuphane.ttk.gov.tr/details?id=500863&materialType=NE&query=Jeoloji+_+Asya%2C+Orta.
https://docs.neu.edu.tr/library/6813654776.pdf - Arkaik Kıbrıs Seramik Vazoları
Anadolu'nun Mirası | Eren Yürüyüşü (2. Bölüm) | TRT Belgesel
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2580473 - Pir Sultan'ın Şiirlerinde Turna Motifi
https://dergipark.org.tr/tr/pub/adamakademi/issue/78890/1212427 - Ogier Ghiselin De Busbecq’in Gözlemleri ile Kanuni Sultan Süleyman Döneminde Osmanlı ile Avrupa’nın Karşılaştırılması.
https://www.facebook.com/story.php?story_fbid=1528633388037780&id=100026734002004&mibextid=NXeFpL&rdid=hUSuuLYNeJWNlfNi -Ağaçeri Türkmenleri - Alevi Türkmen Tahtacılar.






Yorumlar