TÜRK-OSMANLI - 2.BASKI
- Haluk Hızlıalp

- 20 Eki
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 gün önce
Özet Tarih - Türk-Osmanlı Dönemi Önemli Dönüm Noktaları.
Konu çok kapsamlı ve derin bir Türk Tarihi meselesidir. Ancak günümüze ışık tutabilecek bazı kritik kilometre taşlarını aşağıdaki şekliyle özetlemeye çalışalım...Buna mutlaka çok geçerli ilaveler yapılabilir.

Osmanlı' yı 1299 da, Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu 1299 da kurulmuş, 1579 kadar 3 asır yükselmiştir.
1579 dan 1699 a kadar, 1 asır duraklamıştır.
1699 dan 1919 a kadar ne yazık ki gerilemiş ve yıkılmıştır.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517). Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu. (tüm dünya ve Avrupalılar böyle demiştir…)
(1517) Özünde siyasi bir yapı olan Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz… Aslında biz Türkler için her şey güzel gidiyordu... Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
Tam burada ''Türk'' ve ''Türk İmparatorluğu'' kavramlarına kısaca bakalım...
Son zamanlarda çok fazla tartıştırılmak istenen ‘’Türk’’ ve ‘’Türkiye’’ sözlerine değinelim. Bugünlerde sanki bu iki ad 29 Ekim 1923 te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birden bire ortaya çıkmış gibi bir algı yapılmakta.
‘’Bunun öncesinde ne bu memleketin adı Türkiye idi; ne de Türk Ulusu diye bir ulus vardı; bu ilk defa Türkiye Cumhuriyeti ile ortaya çıktı’’ şeklinde yanlış yönlendiren bir algı yönetimi faaliyeti!
Bir de ‘’Osmanlıcılık’’ adı altında tamamen tarihsel olgu ve gerçeklere aykırı toplama-devşirme bir millet ve devlet kavramı ortaya atıldı, atılmakta…
Aşağıdaki bağlantı (link) Türk kültür, dil ve tarihinin başta Anadolu olmak üzere diğer Avrasya kültür ve coğrafyalarındaki kadim varlığını ortaya koyar.

Anadolu, Hakkari ve Orta Asya da bulunan ata balbalları 4000 yıllık Türk eserleri, ata mezar taşlarıdır.

Marco Polo ve İskoç tarihçi (1741-1809) Alexander Adam Anadolu toprakları için 9./13.Yüzyıllarda ‘’Turcomania-Turkomanien’’ yani Türkmeneli ifadesini kullanmışlardır. Bu topraklar o devirlerden beri zaten Türk Memleketi idi.

1570 Yılında basılan bir Dünya Atlasına göre Osmanlı Devleti (Türk İmparatorluğu – Turcici Imperii) olarak ifade edilmiştir. Bu haritaları Amerikan Kongresi Kütüphanesi kaynaklarında da bulmak mümkündür.
Kaynaklar:
David Rumsey Map Collection http://www.davidrumsey.com


Tarihi kaynaklarda ve bütün uluslararası belgelerde Selçuklu da Osmanlı da ‘’Türk İmparatorluğu’’ olarak geçer. ‘’Osmanlı’’ diye bir adlandırma yoktur çünkü ‘’Osmanlı’’ bir ulus-kültür ismi değil bir aile-hanedan ismidir.
Böylelikle 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin isim değiştirmediği, bugüne kadar almış olduğu ismi devam ettirdiği ortaya çıkar. Osmanlı Türk devleti Avrupa ya da Afrika’daki topraklarını genişlettikçe ‘’Turkey in Africa’’ ya da ‘’Turkey in Europe’’ şeklinde anılmıştır.
Dolayısıyla bugünkü isim değiştirme, Türk Milleti ismini tarihten ve anayasadan silme süreci, çaba ve söylemleri her şeyden önce ecdada, atasına saygısızlıktır! Kendini, haddini bilmemektir !! Üstelik bu süreç yeni değildir; Türk’ün var olmasından bu yana her yüzyılda yaşanmıştır! Türk Ulusu bu türde her bir girişimi defedip varlığını sürdürmüştür, ilelebet sürdürecektir.
Türk Milleti, binlerce yıllık bir devlet kültür ve geleneğinin adıdır. Cumhuriyet, bu geleneğin mirasçısıdır; yenisi değil, devamıdır. 9./11. yüzyıl haritalarında bile bu toprakların adı “Türkiye”, ‘’Turcomania’’ devletin adı da “Türk İmparatorluğu” olarak geçer.
Selçuklu da, Osmanlı da, Cumhuriyet de aynı köklerden beslenmiştir: Bu da Türk Kimliğidir.

Padişahlar dahi kendilerini “Türkistan’ın hükümdarı” diye tanımlamıştır.


Osmanlı hanedanının torunları (Vahdettin ve Abdülhamit’in torunları ile Şivan Perver’in babası) bile “Bu milletin adı Türk’tür” demiştir.
Aşağıdaki linkte Sevan Nişanyan dahi Türk Kimliği’nin coğrafi bir tanımdan öte ‘’uygarlık kurucu bir kimlik ve kültür’’ olduğunu itiraf etmekten kendini alamamıştır:
Bugün “Türkiyelilik” gibi kavramlarla bu köklü kimliği silmeye çalışanlar, aslında milletin tarihini, kimliğini, kültürünü hedef almaktadır, alanların maşalığını yapmaktadır.
Türk adı, coğrafi değil uygarlık kurucu bir kimliktir.
Türk adını değiştirmek, ecdadın, atanın hatırasını silmektir.
Ancak Büyük Türk Milleti, her yüzyılda olduğu gibi bu girişimleri yine boşa çıkaracaktır. Tarih boyunca böyle olmuştur ve tarih gelecektir.
Konumuza kaldığımız yerden devam edelim...
O günkü şartlarda Halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Mısır Memlüklerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) savaşlarını tertip ederler....
Memlüklerin Moğollara karşı 1260'da kazandıkları siyasî zafer Müslümanları büyük bir sevince boğarken, Sultan Baybars'ın (Kırım'lı Kıpçak Türkü) 1261 yılında hilâfeti Kahire'de yeniden tesis etmesi, onların İslâm âlemi üzerindeki saygınlıklarının artmasını sağlar.

Mecidabık ve Ridaniye savaşları sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Osmanlı Türklerinindir. (1517)…
Ama çok büyük bir sorun çıkar; çünkü Arap dünyası halifeliğin (Kureyş kabilesi) kendilerinden alınmasına ve kendi ırklarının dışında birinde hele hele bir Türk'te olmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol; Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilmek suretiyle kalıcı olarak yerleşmelerinin sağlanmasıdır.
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir değişle...

Türk İslamı' nın terk edilerek, dogmatik Arap İslam’ına doğru evrilmesinin, dönüştürülmesinin önünü açmak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu ve anayasal tartışmalara açıldığı gibi” “Türk” kelimesi yasaklanır, Türklere zulüm ve aşağılama başlar...

“Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir. (Bu dönem sadece “Türk’üm !” “Türkmen’im ! ” dedikleri için Sadrazam Kuyucu Murat Paşa’nın emriyle kafası kestirilip, kuyulara doldurulan insan sayısı 158 bindir. Tarihte Türkmen Celali İsyanları (1519-1610) olarak geçen dönemde bu katliamlar yapılmıştır. Anadolu Türkmen Halkı bir nevi iki büyük devlet olan Osmanlı-Safevi (Sünni-Şii/Alevi) çekişmesinin mağduru olmuştur. İşte günümüzde dahi sosyo-politik etkilerini gördüğümüz (Sünni-Alevi) ayrışmasının sebepleri buralardan kaynaklanır.
Bu zulümlerin sonucunda Büyük Kaçgun ya da Büyük Kaçgunluk dönemi yaşanmıştır. Büyük Kaçgunluk, 17. yüzyılda Anadolu'da Celâlî isyanları sırasında halkın daha güvenli bölgelere kaçıp sığınmasının adıdır. Büyük Kaçgun ile bölgelerin yerleşim planları değişerek, büyük göçler meydana gelmiştir. Büyük göç hareketleriyle vergi veren halkın merkezi hükûmetin ulaşamadığı, yüksek, tarıma daha az elverişli yerlere kaçması, Osmanlı İmparatorluğu'nun, mali yapısında soruna neden olmuştur. Devletin vergi gelirlerinde ciddi düşüşler yaşanmıştır.

Bu arada Avrupa’da 1517 yılında Martin Lüther’in kilisenin duvarına çaktığı manifesto ile batıl ve doğmaya karşı dik duruş ve aydınlanma ve dinde reform süreci başlamaktadır.
Bunun aksine Osmanlı padişahlarının ruhban sınıfının liderliğini içlerine sindirmiş olmaları, Osmanlı’ da dogmatik ulema sınıfının güçlenmesini sağlar; bu aşırı dinci ruhban sınıf bütün çağdaş gelişmelere karşı Osmanlı'nın kapılarını kapar. İşte tam bu noktada Osmanlı gerilemeye Avrupa ise ilerlemeye başlar.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap eğilimli dogmatik mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır kapatılır, yerine Nakşi Halid-i Kürt-i Tekkeleri kurulur. Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir… Şeyhler, şıhlar ve feodal toprak ağaları bu dönemin sonucu ortaya çıkar.

Sultan II. Mahmut 1826 da Yeniçeri ocağını tamamen kapatır. Vaka-i Hayriye (Vak'a-i Hayriyye, Hayırlı Olay), 16 Haziran 1826 tarihinde meydana gelir; İstanbul'da Yeniçeri Ocağı topa tutulurak yok edilir; sağ kalanlar ise 16-17 Haziran'da idam edilir.
Yeniçeri ocağının kapatılmasını müteakip Bektaşilik ve Bektaşi tekkeleri de lağvedilir; bu arada “kadim” addedilerek yıktırılmayan diğer Bektaşi tekkeleri gibi, Pir Evi de diğer Nakşibendiyye tarikatine devredilir.
Aşağıdaki bağlantı Osmanlı Türklerinin henüz Araplaşmadığı, hala Türklere İslamı öğreten Ahmet Yesevi silsilesinin takip edildiği Emeviye-Muaviye'ye o karşı olunan Muhteşem Yüzyılları anlatan dizimizden Yeniçeri tören sahnesini içeren kısa bölüm bir çok şeyi net olarak anlatmaktadır...
Osmanlı devletinin kuruluşu içerisinde aktif rol oynayan Abdallar, Gaziler, Dervişler ne yazık ki devletin palazlanıp büyümesi içerisinde unutulur, devlet giderek selefi-sünni köktendinci bir yapıya bürünür, hem dini, hem siyasi anlamda kuruluş özünden uzaklaşır.

1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir; aslında burada en büyük mağdur Alevi-Kızılbaş Türk ve Türkmenlerdir; biraz önce de değindiğimiz gibi, iki Türk Devleti arasındaki mücadele sonucunda ezilmişlerdir).
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilir…

Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için Kürtleşmeyi göze alarak; bunu ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bunlar Osmanlı arşivlerinde “Etrak-ı Bi-idrak” yani “idraksız, aptal Türk” olarak ve aşağılayıcı şekilde geçer.
Bugün bu aşiret ve boyların en büyükleri Avşarlar, Halaçlar, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıva, Koçgiri vb. olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu boyları meydana getiren halka tarihimizde, “Ekrad Türkmanlar” denir… yani “Kürtleşmiş Türkmenler”…

Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların (Akkoyunlu Devleti Türkmenleri) büyük bir kısmı İran’a gider. İran’da bugün bu bölgeye “Güney Azerbaycan” denir. Günümüzde İran’ın nüfusunun %50’den fazlası Türk’tür.
(Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır ve en önemli kentleri Tebriz’dir).
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak “Kürt sorunu” denen olgu bu politikalar sonucu gelişir ve büyür. (Aslında ''Türk-Türkmen ve Demokrasi Sorunu'' demek daha doğru olacaktır.)
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir; çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmıştır, etnik mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir çok gerici fetva verirler…

Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı kaçırtırlar; Rönesans’ı İngiltere ve Avrupa kapar…
Ki ilk Rönesans 9. ve 10. Yüzyıllarda Semerkand, Buhara ve Büyük Horasan coğrafyasında Türkler ve Türk Devletleri’nin egemenliği sırasında ortaya çıkmış, Büyük Türk imparatoru Timur döneminde (1370-1507) ise zirve yaparak Batının ve Avrupa'nın bilim, felsefe, sanat ve mimari anlayışına direk etki etmiştir.
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur ve 1563’te ise Rumların matbaası vardır.

Gerici mollalar her seferinde yeni bir fetva ile Osmanlı Türk halkının matbaaya kavuşmasını engellerler; ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz, çok sınırlı olarak; çünkü dönemin Osmanlı'sında halkta okur yazarlık seviyesi son derece düşük, bilimsel eğitim ise dini medreseler dışında hiç denecek düzeydedir.
Ancak bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…Birileri atı almıştır…
Aslına bakarsanız matbaa ve kağıt teknolojisi ilk olarak bir Türk Devleti olan Uygurlar zamanında 8.Yüzyılın ortalarında bulunup kullanılmıştır. Yani Batıdaki matbaadan (1450-Johannes Gutenberg) yaklaşık 600 yıl önce!…

Uygur Türkleri , kağıdı Budist ve Maniheist metinleri yazmak için kullandılar. Bugün Doğu Türkistan Turfan ve Bezeklik mağaralarında bulunan Uygur Türkçesi el yazmaları, bu dönemin en eski örnekleridir.
Şimdi açıkça şu sorular sorulmalı ve bundan sonra doğru adımlar atabilmek için bu soruların cevapları bulunmalıdır;
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir ‘’Türk imparatorluğu’’ Osmanlı varken; Neden (?) son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş Savaşı yapmak zorunda kalmıştır?!… (Osmanlı bu dönem; yani yaklaşık son 250 sene boyunca, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.)
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi-mezhepçi dogmatik politikalara dönülmeseydi koca bir imparatorluk batar mıydı?!?

Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hace Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Sarı Saltuk'ların, Abdal Musa'ların, Geyikli Baba'ların, Nesimi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin…İslam’ı, İslam değil miydi?

Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca İmparatorluğu ?!?…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi...Tarihten ders almakta güçlük çektiğimizi ya da maalesef tarihimizi bilmediğimizi göstermektedir. Bu nedenle eşit ve sorumlu birer Türk Vatandaşı olarak hepimize düşen görev tarihimizi iyi çalışıp bilmek ve öz eleştirileri yaparak doğru yolu bulabilmektir.

Horasan Erenleri’nin babası Pir-i Türkistanlı Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, Türklük ise kaderdir!”

İşte bu yüzden ‘’Arap sevici mezhepçi” değil, Cumhuriyet'çiyiz, Türk'üz, Atatürk’çüyüz, eşit Türk Vatandaşlarıyız…
Ne Mutlu Türküm diyene !






Yazı çok güzel. Tam da bakılması gereken bakış açısı. Osmanlı hanedanlığının ikinci yarısına bakarak Osmanlıda Türklüğü görmezden gelip, Osmanlıya tümden karşı çıkmak tam da batı emperyalist devletlerin istediği davranışı sergilemektir. Bir yerde kendi ayağımıza sıkmak diye buna derim. Eğer dikkatle incelenecek olursa Osmanlı dönemi sırf hanedanlıktan oluşmaz. Bir de bu devletin sınırları içinde yaşayan kadim bir millet kültürü vardır. Eğer biz bugün kendimize TÜRK diyorsak, emin olun onların sayesindedir bu irade...
Şimdi bu makalede dikkatimi çeken bir nokta daha var ki pek çoğumuzun bundan haberi yoktur, şöyleki; yukarıda aslen arap olan Ebussuud'un resmi diye paylaşılan betimleme Türk oğlu Türk Mimar Koca Sinan'a aittir. O karakalem çizimin sahibi Edirne 1913 Bulgar İşgali sırasında bulgarlar tarafından hunhanca şeht edilen Askeri Ressam Has…