top of page

CUMHURİYETİN 100 YILI - 1.Bölüm

Değerli Okurlar,

Türkiye Cumhuriyeti'mizin 100. Yılı'na girdiğimiz bu çok önemli dönemde hem 100.Yılı kutlamak hem başta Ata'mız olmak üzere tüm kurucularımızı ve bu uğurda canlarını feda eden şehit ve gazilerimizi saygı ve minnetle anmak, onlara vefa borcumuzu bir nebze dahi olsa ödeyebilmek hem de 100 yılı ana hatlarıyla değerlendirmek ve sizlerle paylaşmak amacıyla 4 bölümden oluşan bir yazı dizisi hazırlamış bulunmaktayım.


Konunun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kuruluş İlkeleri ile de ilgisi olması bakımından çalışma boyunca zaman zaman bazı siyasi, hukuki, ekonomik, sosyolojik vb. konuları incelerken önemli ‘’deja-vu’’ duygusu yaratan süreçlerle karşılaştığımı belirtmek isterim. Eminim ki sizler de okurken benzeri duyguları yaşayacaksınız.


Çalışmanın başlangıç bölümünde Cumhuriyete giden yolu, Osmanlı’nın son dönemlerini, Cumhuriyet firkirinin Atatürk’te nasıl oluştuğunu, ''Kuruluş İlkeleri''ni ; takip eden bölümlerde ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yılına genel bir bakış ile birlikte bu sürecin ‘’Kuruluş İlkeleri’’ ile ne ölçüde uyumlu olduğunu, ilkeleri ne ölçüde uygulayıp geliştirebildiğimizi olabildiğince tarafsız, siyaset-üstü öz eleştirel bakış açıları ve tarihsel olaylarla irdelemeye çalışacağız.


Fikri hür vicdanı hür her Türk Vatandaşı gibi Cumhuriyetimizi ve Demokrasimizi ileri taşıyacak olan, vatanımızı ve gelecek nesillerimizi ilgilendiren her türlü bakış açısı, katkı, fikir ve eleştiriye de açık olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple, bu çalışmayı lütfen eleştiriniz, katkıda bulununuz, yorum yapınız, istediğiniz gibi paylaşınız.


Tarih, etkileşimli ve kesintisiz devam eden bir süreçtir. 29 Ekim 1923 Tarihinde Cumhuriyetin ilan edilişini de bu sürecin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Mutlak monarşi ile idare edilen bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmeler neticesinde yaşananlar Yeni Türk Devleti’nin kuruluş sürecini hazırlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda yenileşme ve batılılaşma faaliyetlerine bağlı olarak özellikle 1839 yılında Tanzimat Fermanı, 1856 yılında Islahat Fermanı’nın ilanı ile hukuk alanında değişimler baş göstermiştir. Nihayetinde 1876 tarihinde Kanun-i Esasi ilk Osmanlı Anayasası ile yönetim şeklinin değişmesi hedeflenmese de ülkenin daha demokratik yönetilmesi, padişahın yetkilerinin anayasa ile sınırlandırılması ve bir Meclis ile hükümetin denetlenmesi (!) hedeflenmiş, 1908 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle demokratikleşme adına bir adım daha atılmıştır. Bu gelişmeler yaşandığı sırada çetin geçen I. Dünya Savaşı’nın mağlubiyetle sonuçlanması ve sonrasında Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışıyla birlikte başlatılan Millî Mücadele’nin topyekûn Kurtuluş Savaşı’na (varlık-yokluk mücadelesine) dönüşmesi rejim değişikliğini hızlandırmıştır.

Mustafa Kemal henüz bireysel olarak çıktığı yolda Samsun Raporu’nda “millet milli hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir” diyerek “Milli İrade” ve “Türklük vurgusu” yaparak açıkça belirtmese de Cumhuriyet rejimi odaklı ırkçı olmayan ‘’Ne Mutlu Türk’üm Diyene’’ prensibine dayalı yeni bir ''Ulus Devlet'' inşasını başlatacağının sinyallerini vermiştir.

Akabinde Amasya Tamimi’nde “milletin bağımsızlığını milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözleri, Erzurum’a ayak bastığında Osmanlı Devleti’nin dağılabileceğinden ancak Türk milletinin varlığını devam ettireceğinden bahsetmesi, Sivas Kongresi’nde “Kuva-yı Milliye’yi etkin, milli iradeyi egemen kılmak esastır” şeklindeki ifadelerinin yer alması hep bu düşüncenin gerçekleşmesi için hareket edileceğini üstü kapalı bir şekilde göstermektedir. Nihayetinde Ankara’da 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılışıyla birlikte Cumhuriyet rejimine uzanan yolda son taş döşenmiş, geriye sadece fiili olan durumun adını ilan etmek kalmıştır.


ATATÜRK VE CUMHURİYET FİKRİ

Mustafa Kemal Atatürk’ün erken dönemden itibaren faaliyetleri dikkatle incelendiğinde Cumhuriyet fikrinin yeni şekillenmediği görülmektedir.


Nutuk’ta ; “Cumhuriyet devleti idaresinden bahsetmeksizin, milli hakimiyet esası dairesinde her an Cumhuriyete doğru yürüyen şekilde temerküz ettirmeye çalışıyorduk” diyerek Cumhuriyet fikrine önceden sahip olduğunu açıkça söylemiştir. Ata’nın Cumhuriyet fikrinin oluşmasındaki nedenleri kısaca değerlendirmekte fayda var diye düşünüyorum. Öncelikle Atatürk’ün doğduğu yer ve yetiştiği çevre bu fikrin oluşumu için temel alt yapıyı oluşturmuştur. Selanik Şehri Osmanlı Devleti’nin batıya açılan bir penceresi olmuştur. Mustafa Kemal, ilk eğitimine Selanik’te başlamış, Manastır’da devam etmiş ve İstanbul’da tamamlamıştır.

Bu bölgeler Avrupa’daki düşünsel gelişmelerin Osmanlı’daki yansımalarının görüldüğü ilk bölgelerdir. Orgeneral Asım Gündüz, hatıralarında Harp Akademisi’nde Doğu illerinden, Anadolu’dan gelen öğrencilerin yalnızca dersleriyle meşgul olduğunu ancak Manastır İdadisi’nden gelenlerin oldukça “uyanık’’, “dikkatli” ve “memleket meselelerini tartıştıklarından” bahseder.


Mustafa Kemal’in 1789 Fransız İhtilali’ne olan ilgisi de büyük oranda Cumhuriyet fikrinin gelişmesinde etkili olmuştur. Özellikle tarih, edebiyat ve yabancı dil alanında çok okumalar yapan Mustafa Kemal, Rousseau, Voltaire, Montesquieux, Mirabeau, Agust Comte gibi yabancı düşünür ve yazarların eserlerini okumuş, önemli gördüğü satırların altını çizmiştir. Türk şairlerinden ise “hürriyet” ve “eşitlik” kavramlarını ön plana çıkaran Ziya Paşa, Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in yazılarını yakından takip etmiştir.

Mustafa Kemal erken dönemde dahi mutlak monarşi ya da meşrutiyetin ülke sorunlarını çözmede yeterli olacak bir sistem olduğunu düşünmemekteydi. Mustafa Kemal’in sözlerinde de bu görüşün yansımasını görmekteyiz. Sofya’da Ataşe-militer iken “Devletin esasını Cumhuriyet ilkelerine göre hazırlamak gerekir” demekteydi.

Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) imzalandıktan sonra İstanbul’da padişah VI. Mehmed (Vahdettin) ile gerçekleştirdiği görüşmesinin sonrasında;


“O gün anladım ki padişahlar, milletlerinin kaderini değil, ancak şahıslarının huzurunu düşünürler; o gün Türkiye’yi ancak Cumhuriyetin kurtaracağına iman ettim” diyordu.


Konu bu bakımdan ele alındığında Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzdeki ve günümüze kadarki yönetim biçiminin kuruluş ilkelerinden ve demokrasiden ne kadar uzaklaştığı, adeta 100/150 yıl geriye gittiği kolaylıkla görülmektedir. Binlerce yıllık ata devlet geleneğine de uygun olmayan bu yönetim döneminin ortaya çıkmasının bir çok iç ve dış nedenleri bulunmaktadır. Bunları çalışmamızın sonraki bölümlerinde kısaca incelemeye çalışacağız. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, kadim tarihimizde bu tür dönemlerin yaşandığını gözlemlemek mümkün olmakla birlikte umutsuzluğa kapılmadan değer ve ilkelerimizi daima hatırlayarak sabırla mücadeleye ve çalışmaya devam etmek elzemdir. Tarihimiz yeniden kuruluş ve ayağa kalkış süreçlerinin örnekleriyle doludur.

Mustafa Kemal aynı fikrini Erzurum Kongresi (23 Temmuz 1919) öncesi yakın arkadaşı Mazhar Müfit Kansu ile de paylaşmıştır. Kansu, Mustafa Kemal Atatürk’e ülkede kurulmasını düşündüğü hükümet sistemini sorduğunda “Açıkça söyleyeyim hükümet biçimi zamanı geldiğinde Cumhuriyet olacaktır” şeklinde cevap verir.

Cumhuriyet fikrini Eylül 1923’te basınla da paylaşmaktan kaçınmamıştır. Zira Wiener Neue Freie Press muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçte bu kez açıkça “Cumhuriyet” kelimesini kullanmıştır. Demecin özeti İkdam Gazetesi’nde de yer almıştır :

“Yeni Türkiye Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini tekrar edeceğim. Hakimiyet, bila kaydüşart milletindir. İcra kudreti, teşrii salahiyeti milletin yegâne hakiki mümessili olan Meclis’te tecelli ve temerküz etmiştir. Bu iki kelimeyi bir kelimede hulasa etmek kabildir: Cumhuriyet… Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince bunun cevabı kendiliğinden zahir olur. Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.

Bu beyanatlardan sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin Gazetesi’nde kaleme aldığı baş yazıda Cumhuriyetin ilan edileceği ön görüsünden hareketle cumhurbaşkanlığı makamı yetki ve sorumlulukları üzerinde fikir üretmiştir.

Ardından ise Türk basınında sıkça rejim üzerine tartışmalı fikir yazıları kaleme alınmaya başlamıştır.


CUMHURİYETİN İLANI SÜRECİNE GENEL BAKIŞ


Ekim ayına gelindiğinde Cumhuriyetin ilanı için son dönemece girilmiştir. Süreçte çalışmalar devam ederken 23 Ekim 1923’ te hükümette ardı ardına meydana gelen istifalar sistemin tıkanmasına sebep olmuş ve ülkeyi adeta hükümet krizinin eşiğine getirmiştir.

24 Ekim tarihinde ise hem başbakan hem de İçişleri bakanı olan Ali Fethi Bey’in Başbakanlık’tan da istifa etmesiyle ülke hükümetsiz kaldı.

28 Ekim 1923 gecesi, Mustafa Kemal Atatürk Çankaya Köşkü’nde bir akşam yemeği tertip ederek Kazım Özalp Bey, İsmet Bey, Kemalettin Sami Bey, Fethi Bey, Halit Bey, Eşref Bey, Rize Millet vekili Fuat ve Afyonkarahisar Millet vekili Ruşen Eşref Beyler ile bir görüşme gerçekleştirmiş ve “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” sözünü o yemekte zikretmiştir.

Meclis yeni Bakanlar Kurulu’nun 29 Ekim 1923 günü tespit edilmesine karar vermiştir.

29 Ekim saat 10:00 da Halk Fırkası Meclis’te toplanmış, kabine için gerekli görüşmelere başlamış fakat bir türlü sorunun çözümü sağlanamamıştır.

Meclis’ten yaklaşık bir saatlik bir süre isteyen Mustafa Kemal, önceden taslağını hazırladığı anayasa değişikliği metninin üzerinden son bir kez daha geçtikten sonra odasına çağırdığı millet vekili arkadaşlarına krizden çıkmak için tek çarenin, anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi gerektiğini ifade eder ve hazırladığı kâğıdı gösterir…

Kâğıtta şu ifadeler yer almaktadır:


Hakimiyet-i Milliye ve Vakit Gazeteleri - Dönemin ''Cumhuriyet'' ve ''Filistin'e el sürülemez'' haberleri.

Mustafa Kemal Teşkilat-ı Esasiye’de yapılması ön görülen değişiklikleri Meclis kürsüsünde zikrettikten sonra, millet vekilleri arasında uzun ve hararetli tartışmalar yaşanır. Sonuç itibariyle maddeler tek tek oylanmış ve değişiklikler kabul edilmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde 101 pare top atışıyla Cumhuriyetin İlan edilmiş ve Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Cumhuriyet, Atatürk’ün yaşamı ve mücadelesinde çok önemli bir yer tutmuştur; en başından beri millet iradesini hâkim kılmak için çaba sarf etmiştir.

Ancak Cumhuriyete duyduğu güvenle birlikte Cumhuriyet’in pekişmesi için Osmanlı’dan bakiye kalan din-tarım toplumunun bir dizi dönüşüm, yeniden yapılanma hareketi ve daha sonra ‘’Cumhuriyet Devrim ve İlkeleri’’ denecek olan atılımlarla yeni yönetim biçimine uyumlanması gerekmektedir.

Osmanlı bakiyesi olan yeni Türk toplumu, Kurtuluş Savaşı sonrası başta Atatürk ve dava arkadaşlarının çağdaş vizyonu sayesinde Cumhuriyet ve Demokrasi ile tanışma fırsatını yakalamış olmakla birlikte, Batı toplumları ve Avrupa’nın yaklaşık 500 yılda büyük mücadele ve zorluklardan geçerek vardığı noktayı elinde bulmuştur. Avrupa’da 500 yıllık dönüşüm sürecinde ve özellikle sanayi devrimi ile birlikte aristokrasi ve din temelli sınıfların karşısına burjuva-sermaye ve işçi sınıfları gibi birbirine muhtaç sınıfların ortaya çıkması toplumsal-sosyal ve hukuki yapıların ve taleplerin daha da netleşmesi sonucunu doğurmuştur. Sanayileşme süreci ile birlikte Batı ve Avrupa’da hammadde ve doğal kaynak ihtiyacı doğmuş bu da sömürgeci faaliyetlere zemin hazırlamıştır.

Bu durum, Türk toplumu için çok hızlı bir dönüşüm olup benimsenmesi ve içselleşmesi için zaman gerektirmektedir. 100 Yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu benimseme ve uyumlanma sürecinin zorlu ve sancılı dönemlerine sahne olmuştur. Bununla birlikte ‘’eğer Atatürk’ün vefatı sonrası Cumhuriyet Devrim ve İlkelerine gereğince sahip çıkılabiseydi, toplumumuzun uyumlanma süreci çok daha başarılı bir şekilde sağlanabilirdi’’ demek te mümkündür.


OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİ KALIŞ NEDENLERİ


Klasik döneminde sahip olduğu üretim araçları ve tekniği ile birçok dünya devletinden - özellikle Avrupa’dan önde olan Osmanlı Devleti, 16-17. yüzyıllara gelindiğinde bu öncülüğünü kaybetmeye başlamıştı. Bu durumun sebepleri arasında Osmanlı’nın statik duruşu ile birlikte Avrupa’da meydana gelen değişimler de yer alıyordu.

15-16. yüzyıllarda özellikle teknoloji, ekonomi ve ulaşım gibi alanlarda yeni atılımlara sahne olan Avrupa’da her anlamda yeni sistemler gelişmeye başlamış ve buna paralel olarak daha önce de gördüğümüz gibi toplumsal sınıfların (sermaye-burjuva-işçi sınıfları, vb…) oluşumu hız kazanmıştı. Buhar gücünden istifade ile ulaşımın kolaylaşması, Amerika, Afrika ve Asya'da bulunan sömürgelerden yeni hammadde, değerli maden ve doğal kaynakların temin edilebilmesi ve oluşturulan ticaret filoları ile bu hammaddeleri taşımada sağlanan kolaylık Avrupa’da bir refah ve güç dönemi oluşturmuştu.

Bu refahın teknoloji ile de desteklenmesi Avrupa’da tarımın ve sanayinin hızlı bir şekilde gelişimini sağlarken, askeri ve siyasi gücünün de giderek artmasına neden olmuştu.

Osmanlı Devleti ise büyük oranda klasik döneminde sahip olduğu gücün verdiği özgüvenle bu yeni gelişmeleri çok fazla ciddiye almamış, sahip olduğu geniş ticaret yolları, toprak ve insan gücünün kendisi için yeterli olduğunu düşünerek, mevcut gücü ve prestijini yitirmek gibi bir endişeye sahip olmamıştı.

Özellikle 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’nın siyasi ve askeri gücünü Osmanlı’ya karşı kazandığı başarılarla göstermeye başlamasının ardından ekonomik ve kültürel etki de Osmanlı sınırlarında kendini daha net bir şekilde hissettirmeye başlayacaktır.

Ayrıca ;

Askerî sistemin temelini oluşturan Yeniçeri Ocağı’nda uygulanan usulde ciddi bozulmalar Ocakta eski dönemlerde hâkim olan disiplinin dağılması ve özellikle Sultan III. Murat döneminden başlayarak (1582 yılında) ocağa esnaf ve diğer meslek gruplarından da asker yazılmasının serbest bırakılması düzeni iyice dağıtmıştı.

1683 Viyana Bozgunu, 1699 Karlofça Antlaşması Osmanlı Devleti’nin batı karşısındaki askeri geriliğinin net bir şekilde anlaşılmasını sağlamıştı.

Bu karşılıklı problemlere ek olarak sultanların ve sadrazamların da eskilerine oranla yeterli eğitimden geçmeden vazifeye başlamaları ve yine öncekiler kadar dirayetli olmayışları devlet otoritesinin sağlanmasında ciddi bir eksiklik oluşturuyordu.

Eğitim konusu da benzer şekilde gerileme halindeydi. İlkokul üzeri klasik örgün öğretimi gerçekleştiren medreseler eski ciddi konumundan uzaklaşmış, pozitif bilimler bir yana kelam ve tefsir gibi dini ilimlerin bile tam olarak öğrenilmediği ve var olan ezber ve bilginin tekrarından başka ciddi bilimsel çalışmaların yapılmadığı kurumlar haline gelmişlerdi.

Devletin geriye gidişini durdurmaya yönelik bir takım islahat çabaları ortaya çıksa da bilim, ekonomi, yönetim şekli, teknoloji ve çağı yakalama hedefli bir batılılaşma amacı taşımıyordu.

Bir eğlence dönemi olarak tasvir edilmekle beraber Lale Devri bu açılardan bakıldığında daha çok yaşayış itibariyle nasıl batılı olunabileceğinin tartışıldığı bir zaman dilimi olmuştur. Dönemin en ciddi gelişmesi ise kuşkusuz 1727 yılında ilk defa Türklere ait bir matbaanın kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Osmanlı ülkesinde 15. ve 16. yüzyıllardan beri Rumların ve Ermenilerin kullandığı matbaa tanınmakla beraber bu tarihe kadar Türkler için kullanılmaya başlanmamıştı.

Osmanlı’nın kendisinin de ait olduğu Türk ve Türkmen unsurlarının cahil denebilecek bir din-tarım toplumu düzeyinde bırakılması ve bu toplumun çağdaş eğitim ve yeniliklerden yeterince faydalandırılmaması imparatorluğun en stratejik ihmal ve hatalarından biri olmuştur…Bu açıdan bakıldığında imparatorluk, içinde farklı azınlık ve inanç sistemlerinin korunduğu ancak çoğunluğu ‘’Müslüman’’ kimliği ile özdeşleşmiş bir tebaadan oluşmaktaydı.

Batılılaşmaya yönelik en ciddi değişimler Sultan III. Selim döneminde, Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen-1797) adı verilen reform hareketleriyle yapılmıştı. Askerî, siyasî, ekonomik vs. birçok alanda köklü reformlar yapmak istense de klasik yöntemlerle veya basit ıslahat girişimleriyle bu hedefe ulaşılamayacağı anlaşılmaktaydı.

II.Mahmut döneminde 1821 yılındaki Mora-Yunan ayaklanması karşısında gösterdiği başarısızlık Yeniçeri Ocağı’nın tamamen gözden düşmesine sebep olmuştu. 17 Haziran 1826 ‘da II. Mahmut, bunun yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” olarak adlandırılan yeni bir ordu kurdu. Fakat bu ordu da gerçek anlamda bir modern çağ ordusu değildi.

II. Mahmut’un saltanatının son yılında (1838) İngiltere ile imzaladığı Baltalimanı Antlaşması ile Osmanlı ülkesi yabancı mallar için açık bir pazar haline getirilmiş ve sonraki dönemlerdeki ekonomik hareketlere çok büyük zararlar verilmişti. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti yabancı ürünlerinin satıldığı ve mamul yerli üretimin neredeyse ortadan kaldırıldığı bir sömürge haline getiriliyordu.

Osmanlı’nın içine düştüğü bu durum Milli Mücadele’nin ardından yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde sürekli iktisadi bağımsızlığın önemini vurgulayan Mustafa Kemal Atatürk’ün hangi tehlikeye işaret etiğini gösterir.


Atatürk’ün “iktisadi bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlık olmaz” sözü, Osmanlı’nın son yüzyılında yaşanan bu mali bağımlılığa özellikle dikkat çekmektedir.


1854 yılından itibaren sürekli dış borçlanmaya giden Osmanlı maliyesi borçlarını ödeyemeyecek duruma geldi. Osmanlı Devleti’nden alacaklı devletler 1881 yılında Muharrem Kararnamesi ile kurulan Duyun-ı Umumiye idaresi (Genel Borçlar İdaresi) ile Osmanlı gelirlerinin bir kısmına el koydular. Böylece Osmanlı Devleti mali bağımsızlığını kaybeti.


Sene 1908…


Siyaset alanında ise, 2.Meşrutiyet’in ilanını sağlayan İttihat ve Terakki Partisi’nin (1889-1918) yanında bir süre sonra daha başka siyasi fırkalar da kurulmuştu.

Mustafa Kemal de bir zamanlar, henüz İttihat ve Terakki bir cemiyet iken, onun kayıtlı bir üyesiydi. Ancak Cemiyet’in işleyişiyle ilgili olarak olumsuz bazı görüşlere sahipti. Eleştirilerini açıkça ifade etmekten de çekinmemişti. 1909 yılında Trablusgarp delegesi olarak katıldığı Cemiyet Genel Kongresi’nde Cemiyet içinde subayların bulunmaması gerektiğini, siyasetle uğraşanların ise askerlik görevini bırakması gerektiğini söyledi. Aksi halde askerî emir komuta zincirinin, Cemiyetin hiyerarşisi ile karışacağını ve askerî disiplinin sekteye uğrayacağını öne sürdü. Ona göre Cemiyet, komita hüviyetinden çıkmalı ve partileşmeliydi. Bu görüşleri kabul görmemiş, bu yüzden İttihat ve Terakki yöneticileriyle ilişkileri genellikle mesafeli olmuştur. Özellikle siyasi cinayet-suikast, darbe, gizlilik ve askerlerin parti ve siyasete girmeleri konusunda kendi Cumhuriyet ve Demokrasi idealleri ile örtüşmeyen yöntemler görmekteydi. Bu sebeple Balkan Savaşı (8 Ekim 1912 - 10 Ağustos 1913) sonrası ‘’sürgün’’ nitelikli bir kararla 27 Ekim 1913’te Sofya’ya ‘’askeri ataşe’’ olarak gönderilmiş ve ancak 20 Ocak 1915’te 19’uncu Tümen Komutanı olarak Çanakkale cephesinde göreve atanmış, 10 Aralık 1915’te cepheden ayrılmıştır.

Partinin 1916 kongresi sonrası milliyetçi-batıcı bir çizgiye gelmesi, eğitim, kültür ve sosyal politikalarında kendini göstermiştir. Parti’nin hukuk alanındaki politikalarında ise hukuk sisteminin laikleştirilmesi yönünde bazı somut adımların atıldığını görmek mümkün. Bu politikaların birçoğunun, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen köklü reformların alt-yapısını oluşturduğunu söylemek te yanlış olmaz.


Bir bakıma, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması, 600 yıllık Osmanlı Devleti’nin olduğu gibi, İttihat ve Terakki iktidarının da sonu olmuştur. 4 Kasım 1918’de son kongresini toplayan Parti, kendisini fesh etme kararı almıştır.


İttihat ve Terakki’nin yurt içi kadroları, çoğunlukla Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’na etkin olarak katılmışlardır. Malta’ya sürülen yöneticiler de 1921’de yurda döndükten sonra Kurtuluş Savaşı kadroları içindeki yerlerini almışlar ve bu süreçte önemli roller üstlenmişlerdir. İttihat ve Terakki üyeleri zaferden sonra yeniden örgütlenme çabası içine girmişlerdir. Ancak Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet rejimini kurarken yeni rejim içinde yeri olmadığını düşündüğü İttihat ve Terakki kalıntılarına yer verilmemesini bir zorunluluk olarak görmüştür. Özellikle 1926 yılındaki İzmir suikastı girişiminde İstiklâl Mahkemesince suçlu bulunan eski örgüt üyeleri cezalandırılmış ve örgüt yöneticilerine karşı geniş bir tasfiye operasyonu gerçekleştirmiştir.

İtihat ve Terakki ile aynı dönemde yurt dışında ayrı bir grup lideri olarak sivrilen Prens Sabahatin Bey’in taraftarları Nuretin Ferruh ve Ahmet Samim Beyler tarafından kurulan “Ahrar Fırkası” dönemin siyasi hayatında etkin bir yer alacaktı. Ahrar Fırkası genel anlamıyla İttihat ve Terakki’ye muhalif olan çeşitli etnik, dini grup ve tarikatların bir araya geldiği bir kuruluş haline gelecekti.

Bunun dışında “Ahali Fırkası”, “Osmanlı Demokrat Fırkası”, “Fedâkâran-ı Millet Cemiyeti” ve “İttihad-ı Muhammediye Fırkası” gibi daha başka siyasi teşekküller de meydana getirilecektir.

Bu akımlar arasında en dikkat çekici olanları “İslamcılık”, “Türkçülük” ve “Batıcılık”tır. Aralarında net bir fikir birlikteliği görülmese de Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte etkin olan aydınların çoğunluğu bu dönemde yetiştiğinden ilerleyen yıllarda ülke siyasetinin belirlenmesinde de bu fikir akımlarının etkisi görülecektir.

Bu arada, I. Dünya Savaşı’ndan büyük kayıplarla çıkan Osmanlı Devleti, 26-30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması ile elde kalan toprakların da paylaşılabilmesine zemin hazırlamıştı. Antlaşmanın 7. ve 24. Maddeleri Osmanlı topraklarını istilaya maruz bırakacak tuzaklarla doluydu. İtilaf Devletleri işgal etmeme garantisi verir gibi gözükse de bunun bir oyalama taktiği olduğu anlaşılacaktı…

18 Ocak 1919 tarihli Paris Konferansı ile birlikte Osmanlı topraklarının işgali başlıyordu.


Osmanlı ülkesini milletler prensibine göre bölerek; ilgilendiği bölgeleri mandater sistem aldatmacası ile sömürü sınırları içine almak isteyen İngiltere konferansa Osmanlı azınlıklarını da (Kürt, Ermeni, Rum ve Arapları) davet etti. Bu milletler konferansa İngiliz çıkarlarına hizmet edecek şekilde sahte raporlarla geldiler. İlk defa bu konferans esnasında Doğu Anadolu’da ayrı bir devlet kurulmasına karar verildi.

Wilson prensiplerinde kurulması istenen Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kurulmuştu. Görevi sözüm ona uluslararası anlaşmazlıkları çözümleyerek ‘’dünya barışının devamını sağlamak’’ olan bu cemiyet İngiliz çıkarlarına hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır. Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı’nın çıkması da bu durumu açıkça göstermektedir.

İngiltere, Fransa ve ABD, dünya kamuoyuna ‘’dürüst’’ görünerek sömürgeciliklerini devam ettirebilmek için; yeni kurulan bir devletin büyük bir devlet tarafından Milletler Cemiyeti adına yönetilmesi esasına dayanan ‘’Mandater Sistem’’ düşüncesini konferansta kabul ettirdiler. Bu sistem görüldüğü gibi, sömürgeciliğin şekil değiştirmiş halidir.

Öte yandan 13 Kasım 1918 de İstanbul Tevfik Paşa kabinesinin de icazetiyle İstanbul önlerine gelen İtilaf donanmasına bağlı kuvvetler karaya çıkmak ve İstanbul’da stratejik noktalara yerleşmek suretiyle İstanbul’u fiilen işgal ettiler. Bundan sonra Trakya üzerinden karadan ve Çanakkale Boğazı’ndan deniz yoluyla gelen İtilaf kuvvetleri İstanbul’daki hâkimiyetlerini pekiştirdiler. Böylece Boğazlar tamamen İtilaf Devleti’nin denetimine girmiş oldu. 15 Mayıs 1919 tarihinde de İtilaf donanmasının desteğiyle Yunanlılar, İzmir’i işgal ettiler. Böylelikle tüm Osmanlı-Türk toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus, Abd, Belçika, Sırbistan ve Yunanistan eliyle gayri meşru olarak işgal ediliyordu.

Burada özellikle Yunanistan ve Sırbistan’ın vekalet savaşı yürütmek amacıyla kullanıldığını, özellikle Yunanistan’ın ırkçı ve işgalci uydurma Hint-Avrupa tarih tezinin bir türevi olan ‘’Megali İdea’’ ‘’Büyük Fikir’’ yani ‘’Büyük Yunanistan’’ adlı sözde tez ile kışkırtıldığını ve tüm batı ve kuzey Anadolu toprakları üzerinde yayılmacı bir hedefe yönlendirildiğini görmek mümkündür. Bu sözde teze göre Türkler Anadolu ve Avrupa’ya sonradan (1071) gelip işgal etmişlerdir; dolayısıyla geldikleri yerlere geri döndürülmelidirler; görüldüğü gibi sömürgeciler, bu tür uydurma tarih tezleri ve yandaşları aracılığıyla kelimenin tam anlamıyla ‘’yavuz hırsız’’ lık yapmaktadırlar…Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilanı sonrası ‘’Türk Tarih Tezi’’ çalışmaları bu sözde batı tarih tezlerine karşı oluşturulan çok önemli çalışmalardır. Bu sebeple kadim topraklarımıza karşı yürütülen işgal girişimleri ile ilgili görüşlerini aşağıdaki gibi ifade etmişti ;


‘’Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşanmış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak ve sahip olmaktan geçer…’’ sözünü Türk Ulusu’na söylemiştir.


Bu aşamalardan sonra Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla başlayan Milli Mücadele ve ‘’Ya İstiklal Ya Ölüm’’ süreci Amasya Genelgesi ve Erzurum Kongresi’nde ortaya çıkan ruhla birlikte Kurtuluş Savaşı’na doğru evrilmektedir.

Millî cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti altında toplanmıştır.

Birlik sağlanmıştır. Gücünü halktan alan yeni bir otorite ortaya çıkmıştır. Ümmetçiliğin yerini Ulusçuluk almıştır. Ayrıca Wilson Prensipleri ile de çelişmediği için Batılı zihniyete cevap niteliği taşır. Mondros Mütarekesi ve ''Mandacılık'' reddedilmiştir.

Bundan sonraki süreç hepimizin bildiği gibi İstanbul’un 16 Mart 1920 de İngilizler tarafından işgali, tekrar yönetime getirilen Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin kifayetsizliğinin anlaşılması, Milli Mücadele’nin Ankara’ ya taşınması ve TBMM 23 Nisan 1920’deki açılışına kadar giden zorlu ancak kararlı bir süreç olmuştur.

TBMM’nin Özellikleri

1-Devrimcidir: İstanbul’daki otoriteye rağmen meclis açılmış, yeni bir devlet oluşturulup; Hıyanet-i Vataniye gibi kanunlar çıkarılmıştır.

2-Kurucudur:Yeni bir hükûmet ve yeni bir devlet ortaya çıkarılmış; bir devlet için gerekli olan kanunlar ve anayasa hazırlanmıştır.

3-Halkçı, demokratik ve ulusçudur.

4-Millî egemenlik ilkesi temel ilkedir.

5-Güçler birliği ilkesi kabul edilmiştir. Güçler birliği ilkesi Kurtuluş Savaşı arifesindeki olağan üstü durumdan dolayı kabul edilmiştir. Hızlı karar alınıp; alınan kararların hızlı uygulanması amaçlanmıştır. Mustafa Kemal ise başkomutanın başarılı olabilmesi için geniş yetkilere ihtiyaç olduğunu, ancak bu yetkilerin belirli süreyle sınırlandırılmasını istemişti. Güçler birliği ilkesi demokrasiye uygun olmadığını biliyordu. Mustafa Kemal Millî iradeye olan saygısından dolayı başkomutanlık yetkisini (5 Ağustos 1921) meclisten sadece üç aylık kısa bir süre için istemiştir. Başkomutanlık yetkisi daha sonradan, Büyük Taarruz öncesinde süresiz olmak üzere (20 Temmuz 1922), iki defa uzatıldıysa da Cumhuriyetin ilanı ile sona ermiştir. Demokrasiye uygun olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ise Türkiye Cumhuriyeti 1961 Anayasası ile kabul edilmiştir.

6-İstiklal mahkemelerini kurmakla yargı gücünü ortaya koymuştur.

7-Kurtarıcı bir meclistir.

8-Meclis hükûmeti sistemi kabul edilmiştir. Meclisten seçilecek bir kurul meclis adına hükümet işlerine bakar. Oluşturulan bu kurul yani İcra Vekilleri Heyetinin başkanı meclisin de başkanıdır. Meclis hükûmeti sistemi Cumhuriyet ilan edilene kadar devam etmiştir.

9-İlk meclisteki vekiller arasında fikir birliği yoktur. Misak-ı Millî (bağımsızlık) birleştikleri tek fikirdir. Meclisin bu özelliğinden dolayı da bu meclis devrimleri yapmaya uygun değildir.

10-Dış politikada ilk teması Rusya ile kurdu ve ilk elçisini Rusya’ya gönderdi.

11-30 Nisan 1920’de varlığını dünya devletlerine duyurdu.


Önemli noktalardan biri de Padişah ve Halifelik ile ilgili meclis kararıdır…Padişah ve halife baskı ve zordan kurtulduğu zaman, meclisin düzenleyeceği yasal ilkeler doğrultusunda yerini alır.

-Birliğe ihtiyaç duyulan bu dönemde padişahlık ve halifelik kurumunun açıkça karşısına geçilmemiştir.

-Bu madde ileride saltanat ve halifeliğin kaldırılabileceğini göstermektedir. Çünkü padişah ve halifenin durumunu meclisin belirleyeceği dile getirilmiştir.


Kurtuluş Savaşı’nın ulusal, siyasi ve askeri ‘’varlık yokluk mücadelesi’’ ni içeren bu kritik sürecinde işgali kolaylaştırma amaçlı, saltanat yanlısı ve dış destekli iç isyanlar da kendini göstermektedir.


Ali Batı İsyanı (1913-1919) - Bir aşiret lideri olan Ali Batı'nın adı ilk olarak 11 Temmuz 1913 tarihinde kayda geçmiştir. Altı yıl süren mücadelenin sonunda birçok taraftarı ile birlikte öldürülmüştür. Olayların uzun sürmesinde Birinci Dünya Savaşı sırasında olması ve Osmanlı Ordusunun cephede bulunması etkili olmuştur. Ali Batı hadisesi daha çok Midyat ve Nusaybin çevrelerinde cereyan etmiştir.

İngiliz destekli ve Saltanat yanlısı Ahmet Anzavur İsyanı (Mayıs 1920)

Bolu-Düzce Ayaklanması (Nisan 1920)

İngiliz destekli Kuva’yı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) İsyanı (Nisan 1920)

Saltanat yanlısı Konya-Bozkır Zeynelabidin İsyanı (Ekim 1920)

Saltanat yanlısı, Çapanoğulları İsyanı (Mayıs 1920) - Yozgat, Çorum ve Tokat havalisinde etkili oldu.

Delibaş Mehmet – Konya İsyanı (Mayıs 1920) - İsyanın çıkarılmasında İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılar etkili oldu; Millî kuvvetler karşısında tutunamayan Delibaş Mehmet önce Fransızlara sonra Yunanlılara sığınmıştır.

Çopur Musa İsyanı (Haziran 1920) - Afyon Ayaklanması'nı ‘’Din elden gidiyor’’ diye Yunanlıların kışkırtmasıyla çıkaran elebaşıdır.

Cemil Çeto İsyanı (Haziran 1920) İngiliz ve Fransızların desteklemesi ve Kürt Teali Cemiyeti'nin önderliği ile, Bahtiyar Aşireti reisinin Kürt devleti kurmak amacı ile çıkardığı isyan.

Koçgiri İsyanı (Şubat-Haziran 1921) - Bağımsız Kürt devleti kurmak için yedi aşiret reisinin çıkardığı, Yunan saldırısıyla eşgüdümlü planlanan isyan. Aşiret liderlerinin Kürdistan Teali Cemiyeti ile yakın ilişkileri ortaya konmuştur.

Milli (Milan) Aşiret İsyanı (1 Haziran-8 Eylül 1920) - Urfa'da yaşayan Kurmanci Kürtlerinden oluşan Milli aşiretinin Fransızlarla iş birliği yaparak çıkardığı ayaklanmadır. Millî kuvvetlerce bastırılmıştır.

Pontus Ayaklanması (Aralık 1920-1923) – Yunan kışkırtması ile Kuzey Anadolu'da bağımsız bir Pontus Rum Devleti kurmak amacıyla çıkarılan ayaklanma.

Çerkez Ethem Ayaklanması (Aralık 1920) - Kuvâ-yi Milliye komutanı Çerkez Ethem tarafından Ankara'da kurulan düzenli orduya karşı gerçekleştirilen ayaklanmadır. I. İnönü Muharebesi (Ocak 1921) sırasında bastırılmıştır. Ethem Bey düzenli orduya karşı girdiği mücadelede başarılı olamayınca; 5 Ocak 1921’de Yunanlılara sığınmış; kendisine bağlı birlikler ise 20 Ocak 1921’de düzenli ordunun ermine girmiştir.

Öte yandan Azınlık İsyanları olarak niteleyebileceğimiz isyanlarla birlikte Adana ve Antep’in geri alınması süreci Gümrü (3 Aralık 1920) ve Ankara (20 Ekim 1921) Antlaşmaları ile Güney Cephesi kapatılıp, çözüme kavuşturulurken; Hatay ise Fransızlarla imzalanan ve Mustafa Kemal tarafından Ankara Antlaşmasına eklenen bir madde uyarınca 29 Haziran 1939’da Türkiye sınırları içine dahil edilebilmiştir.

12 Mart 1921’deki Londra Konferansı ve Antlaşması ise TBMM’nin antlaşma imzalanabilecek diplomatik saygınlığa ulaştığını göstermiş ve hukuken tanınmasını sağlamıştır.

Görüldüğü gibi Bağımsızlık Savaşı sürecinde yaşanan bu isyan ve ayaklanmalar sürecin nedenli zorluklar içinde geçtiğini gösterir. Sözde bağımsızlık ve toprak koparma motifli bu isyanlar daha çok dış destekli din-halifelik ve saltanat taraftarlarının kışkırtılmaları ile ortaya çıkmıştır. Bu motif ne yazık ki günümüzde de Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kullanılmaktadır.


Bu isyan ve ayaklanmalar ile Anadolu çok daha fazla işgal altında kalır, milli mücadelenin başarıya uğrama süreci sekteye uğratılır, Yunanlılara daha fazla ilerleme imkanı sağlanmış olur (kaldı ki söz konusu süreçte bu Yunan ordusu bile halifelik ordusu olarak tanıtılmıştır…), kardeş kanı akıtılır, ekonomik zaiyatlar olur diye düşünülmektedir; ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, isyanları bastıran TBMM’nin otoritesi ve saygınlığı artmıştır.


I.Bölümün sonu...


195 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Kommentar


muratalpatli
16. Okt. 2023

ellerinize sağlık yine çok güzel bir paylaşım olmuş.

Gefällt mir
Yazar Hakkında
WhatsApp Image 2022-11-17 at 2.45.19 PM.jpeg

Muzaffer Haluk Hızlıalp 30.11.1962 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk öğrenimini Erenköy ve Yıldız İlkokullarında, orta ve lise öğrenimini Fransız Saint-Benoit Erkek Lisesi’nde, Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, lisans-üstü eğitimini ise İngiltere King’s College’ da tamamlamıştır.

#GunesInsan

Yeni bir çalışma yayınladığımda güncelleme almak için bloguma abone olun.

Teşekkur ederim!

bottom of page